30 Kasım 2015 Pazartesi

Kalbim Beni bağışla/ma

Sıfır raporumu aldım, yapılan işlem yok
gönül kasamda
kapanışımdır kalbim sana ihanetimdir
kendime cinnetim
hafifletici neden bul, bir daha karıştır toplumsal
yaraları
vardır mutlaka. Ömrümden mahsup et
bulamazsan
Beni bağışla

Dillenmemiş sözlerimde kaldı hayatım
suskunluğuma eşitliyorum tüm konuşmalarımı
öğrendim; zamanın tutunacak kulpu yok
yıkımına yaslanan bir sevinç gibi yaslanıyorum
sana
son nefesime say seni seviyorum demenin 
darasını
Beni bağışla

Bilirsin yokluğun yolcusu gölgesini omzunda 
taşır
bilirsin her can kendi gölgesiyle yoklaşır
Yolları kirletenler de bilir bunun böyle
olduğunu
bildiklerinden pek emin değilim aslında
yine de bilirler, hiç olmazsa; kirlerini
yiyemeyeceklerini
işte bu yüzden geçtikleri her yeri siliyorum
senden
 Beni bağışla

 Bedelsiz değildir emeğin
seni bağışladığın cinnetime adıyorum kalbim
seni sesleri bir mayın gibi zamana salıyorum
geçmişe aksaktır, geleceğe kördür zaman
bense duygusal bir şapşalım
bir kuşu inciteceğimi düşünsem; yolumu
uzatırım
işte kevgir,işte sen, bedelse; geçir beni
gözelerinden
Beni bağışla

Biliyorum önce düşlerine gelin olur bir kadın
sonra korkar düşlerinden
ağacına hasret bir yaprak gibi düşer gölgesine
düştüğü yerden bir daha başlatır yolculuğunu
bir daha yorulur düştüğü yerden. Tam da orada 
olmazlar olur işte; sevda sözleri yasaklanır bir
kadının
coğrafyasında. Mil çekilir iki gözün birine
tıkanan aşkın bacası içine tüter, hüzünler de
yorulur
ve yasak haneye sözcükler yetiştirir birileri
bense hala, batık gemilere atarım ışıl ışıl soru
imlerini
Beni bağışla

Senin gözelerinde aşk damlardı. Gül
üzümünden
damıtılan şarap gibi. Bir külün savruluşuna
ağlıyorsun
şimdi. Demiri pas, aşkı kapris öldürür deseler de 
inanma
tende doğar, tende ölür, aşkın toprağı tendir
Görüyorum
seni öldüreni burnunu çeke çeke gizlense de.
Ve aşkla 
bölünen gecelerimde,umut bir belki ilken tüm
kesinliğiyle
seni yakıyorum kara kına niyetine, sevdamın
ellerine
Beni bağışla

Kalbim, 
genel kurul kararıyla yaşanmaz hayat
hiçbir aşk dilek ve temennilere bırakılamaz
öğrendim
benim çizgilerim inişli çıkışlıdır, senin ritimlerin
de
biliyorum, sen kovalanmış bir ceylan kadar
yorgunsun
ben kovalamış aç bir canavar kadar öfkeliyim.
Yine de 
okşarcasına dokunmak istiyorum hayata, bir
su gibi içine
sızarcasına. Gülü dalında seven gül veremez 
sevgiliye
dilediğini çalamasan da; bam teline vur
zamanın
hadi tez dön yerine, yine şarap içmek istiyor
canım
Beni bağışlama
ALİ RIZA KARS






G












3 Haziran 2015 Çarşamba

Sular Bizden Akıllıdır


Toprak, hava, ateş, su… Dört öge, eski deyimle  “anasır-ı Erbaa”… İnsan yaşamının, daha doğrusu canlıların, ana maddeleri… Biri olmazsa topallıyor dünya.  Bir tek halkanın bile kopması, zincirin bütünlüğünü alt üst ediyor.

Bu dört öge. Uygarlıkların kurulmasında  her zaman önemli rol oynuyor. Geçmişi, şimdiyi ve gelecek zamanları  kapsayan geniş bir dairenin dirimsel sonucunu, hep başa dönerek etkiliyor. İlkel insan, mağaradan çıkıp kullandığı aletleri geliştirdiğinde, güvenli yaşamak için, sular üstüne güvenli evler yaparak uygarlık adına önemli bir adım atıyor. “ Su hayattır,” görüşüne böylece “su güvendir,” gibi bir yafta eklemek gerekiyor. Su her zaman güven vermiyor elbette. “ Sel “ gibi bir doğal âfet yaratabiliyor. Mitolojide, neredeyse her ülkenin, her toplumun . her dinin başına gelen bir “tufan” var. Bunlardan birine Donna Rosenberg’in “ Dünya Mitolojisi “ kitabında rastladım. Öykünün bir bölümü şöyle:

“ Aztek Mitolojisi” ne göre beş dünya yaratıldı:   Her birinin kendi güneşi vardı, her dünya yok olduğunda güneşleri de öldü.

İlk dünya yeryüzü güneşiyle aydınlatıldı. Tanrılar, insanların uygunsuz davranışlarına dayanamayıp onları cezalandırıldı. İnsanlarla birlikte güneşleri de yok oldu.

İkinci dünya  havanın güneşiyle aydınlatılmıştı. İnsanlar yine uygunsuz ve bilgelikten uzak davranışlarıyla Tanrıların şimşeklerini çektiler üzerlerine.  Kasırgalar indi yeryüzüne. İnsanlar maymuna dönüştürülürken güneşleri de öldü.

Üçüncü dünya, ateş yağmurunun güneşiyle aydınlatılmıştı. İnsanlar Tanrılara kurban vermeyi reddettikleri için depremler, yanardağlardan fışkıran lavlar, sıcak küller ve başka ateşli ölümlerle cezalandırıldılar. Güneşleri de onlarla birlikte yok oldu.

Dördüncü dünya suyun güneşiyle aydınlatıldı. Büyük Tanrı küllerden bir insan ırkı yarattı. İnsanların açgözlülüğü bitmedi.  Tanrılar onları selle cezalandırdılar. Güneşleri de boğuldu.   
Tanrılar beşinci dünyayı yaratmak için seferber oldular.  Bu dünya “dört “ hareketli beşinci güneşle yaratılacaktı. Karanlıkta bir araya geldiler:  Bu güneş daha önceki “dört öge” den oluşacaktı.    TOPRAK, HAVA, ATEŞ, SU…

Su, H2O, bizim için ne? Çöllerde yaşayanlar için ayrı, kutuplarda yaşayanlar için nasıl bir güç?…
“Çöl” deyince ilk aklımıza gelen sözcük değil mi “ su” ?  Arapça’da su ile ilgili çok sözcük olduğu belirtilir. Bu, suya duyulan büyük özlemin sonucu olsa gerek… Mavera-ün-nehr’den Meopotamya’ya, Nil’in bereketinden, Amazonlar’ın canlı hareketliliğine uzanan bir yaşam kaynağı ancak böyle değer kazanacak; başka türlüsü de düşünülemez.

Bugün hâlâ izleri bulunan  “ Roma su kemerleri ” ; eski İran’ı  bir petek gibi ören , ustalıkla yapılmış yer altı sarnıçları da bu değerin bir göstergesi. Buna Anadolu’daki uygarlıkların bıraktığı “ su “ ile ilgili çeşitli kalıntıları da mutlaka eklemek gerek. Çünkü Anadolu, su potansiyeli bakımından önemli bir güce sahip.

Suyun yaşamsal özelliğinin yanında  ayrı bir güzelliği, ayrı bir görüntüsü, ayrı bir sesi var. Hani bilinen bir terane vardır: “ Dünyada en güzel üç ses nedir? “ verilen cevabı hatırlayalım. “ Para sesi, kadın sesi, su sesi…”

Su sesinin güzel olduğu gerçeğine yürekten katılıyorum, ancak diğer seslerin tartışılır yanları var. Duruma göre değişen bu değerleri bir yana bırakıp biz “ su“ yla ilgili imgelere geçelim.
Yeşillikler arasından süzülerek akan bir derenin şırıltısı, bir dağ başında ıssızlığı bir sürü çağrışımlarla yok eden ya da ıssızlığı pekiştiren bir çeşmeyi düşünelim. Bunları sevmeyen birini düşünmek mümkün değil.  Bunu sevenlerden biri de Necati Cumalı…

Akan suyu severim ben
Işıldayan karı severim.  

Bir atasözümüz “akarsu pislik tutmaz,” diyor. Bu sözün bugün geçerliliğini yitirdiğini düşünmüyoruz bile. Çünkü bize akan, çağlayan, devinen,  duru bir suyu anımsatıyor… Dağ başında bir çeşme…       Kuş seslerine karışan su şırıltısının çam ağaçlarına fısıldadığı berraklık, şiirle hiç ilgisi olamayana bile duru dizeler düşündürmez mi?

Derinden derine ırmaklar ağlar,
Uzaktan uzağa çoban çeşmesi.
Ey suyun sesinden anlayan bağlar,
Ne söyler şu dağa çoban çeşmesi.

Faruk Nafiz Çamlıbel, “su gibi aziz olma”nın, “su gibi akma”nın, “su katılmamış”lığın, “suyun başında bulunma”nın görkemini derinden hissetmiş. Ama Attila İlhan, her şeyin buhar olup dönüşümlere ayak uydurması gerektiğini düşünmüş…

Ölümün içerdiği hayat
Buhara inkılâp eden su
Tohum ağaç ve orman  diyor.

Dünyanın en güzel içeceği su… Canlıların en önemli yaşam kaynağı suyun yokluğunu düşünelim bir an… Belediyelerin bir günlük su kesintisi için nasıl hazırlık yaptığımızı anımsayalım. Temizliğin ana maddesi, arınmanın tek koşulu su, bizim ruhsal dengemizde de önemli boşlukları dolduruyor. Onun için kıymetini bilip Oktay Rifat Horozcu gibi şükredelim:

Boğazından lıkır mıkır geçen
Şu suyun kıymetini bil
Nedir ki bu mavilik deme

Böyle şükreden, aldığı her sağlıklı nefeste renk çığlıkları atan biri daha var. Bedri Rahmi Eyüboğlu, yani “Reis” ; oğluna yazdığı bir şiirde coşkusunu, sevgisini, yüreğini olduğu gibi “doğa”nın önüne seriyor. Doğadaki bütünlüğün yozlaşmalarla bozulduğuna da parmak basıyor şair.

Gözünü sevdiğim tohum,
Gözünü sevdiğim toprak
Kılı kırka yardılar oğul
Suyun sudan gizlisi kalmadı
Buğdayın macerası meydanda
Yıldızların sırrı âşikâr oldu

Dağlarca  “ Sular bizden akıllıdır, daha evvel görür akşamı” diyor. Bir başka şiirinde de Kızılırmak’ın akışını, ağırbaşlı akışını ve onun felsefesini kuran bir duyarlılığı zamana çekiyor.

Koca Kızılırmak köpüre köpüre
Akıyordu,
Bir telgraf direği dibinde
Zamanlar kadar telaşsız ve köpüksüz

Suların bizden akıllı olduğu gerçeği, insanoğlunun onu kullanırken daha geniş boyutlu düşünmesini ne yazık ki sağlayamamış. Suyun gücünden  uygarlık adına yapılanlar onun güzelliğini karatmamalıydı. Kirlenen göller, akarsular, denizler yine kendimize dönen bumeranglar haline  gelmemeliydi. Böylece oluşturulan uygarlık ve onun birikimleri  bizi sulardan, doğadan uzaklaştırmamalıydı. Bugün de Ahmet Haşim’in dizelerinden uzanan büyüyü  yakalayabilmeliydik.

Akşam, yine akşam, yine akşam
Göllerde bu dem bir kamış olsam

Acaba sonumuz, Gülten Akın’ın dile getirdiği yabancılaşmayı yaşayarak, doğanın güzelliğine ve bütünlüğüne sırt çevirmek mi olacak?

Evleri yüksek kurdular
Önlerinde uzun balkon
Sular aşağıda kaldı
Aşağıda kaldı ağaçlar

Belki de Hilmi Yavuz’a kulak verip her şeyin tersine döndüğü acıları bağrımıza basmak en iyisi…

Bir gül göle düşerse

Göl değil de gül bulanır

Resim: kaynak

Bir Cumartesi















Bir cumartesi kalabalığı
Eski bir dostla
Anılara dokunmadan geçince
Yumru halinde
Bir yürek olmuştur

Yırtılan gökyüzünüz
Açılmıştır bilinmez boşluklara
Sanki bir kervan yolu
Bakışlarınızdaki yıldızlar
Samanyolu, yıldız yolu

Kahraman bir Maraş’tan
Geçen gece otobüsleri
Yangının burasında
Gecikmişliğin
İçinizde yanan kandilleri
Martılarla
Uzak denizlere uçmuştur
Karanlıktır
Yokuştur
Yokluktur
Anılarınızdaki tomurcuklar
Daha var olmadan göçmüştür

Bir cumartesi kalabalığı
Eski bir dostla
Anılara dokunmadan geçince
Bir genç kızın gölgesi
Yetişemediğiniz bir hayale
Dönüşmüştür

Bir delikanlıdır zaman
Gül mü, karanfil mi yanık
Kırçiçeği kadar hüzünlü
Hiç ele geçmemiştir

Zaman
Gramafonlu bir şarkının
Eteklerinde çürümüştür
Ve uyanık bir gökyüzü
Ortalarda dolaşmaktadır

Bir cumartesi kalabalığı
Eski bir dostla
Anılara dokunmadan geçince
Susmak bir töre gibi kelepçelenmiştir
Susmak
Parmağınızda bir nişanedir
Susmak öç almanın
Güz elmasıdır
Dişlenmez
Susmak yaslanmaktır yankısız
Susmak
Garların yalnız kalabalığında
Nefes alamamaktır

Bir cumartesi kalabalığı
Eski bir dostla
Anılara dokunmadan geçince
Öyküleriniz
Yerlerde sürünmüştür
Düğümlerin en sıcak yerinde
Buzlar saçaklanmıştır
Başak sarılığına bürünen
Ilık bir yaz gecesi
Kara ayazlara geçmiştir
Trenlerden
Bir tutam saç
Kalp ağrılarına asılmıştır
İsyanlar
Selama durmuştur
Yalnızlıklara
Anlaşılmaz duruşlara

Eski bir dostla
Bir cumartesi kalabalığı
Anılara dokunmadan geçince
Tiz bir ses olmuştur
Kiraz ağaçlarında sallanan
Küpeler
Dokunulmaz bedenlerin ıslığında
Boşluğa
Bir ışık gibi yuvarlanmıştır
Bir kızın savrulamayan
Saçları
Yanağında tel tel donmuştur
Sarılamamış
Bir dost kolu
Havada beklerken
Yeni coşkuları
Irmaklarda boğulmuştur

Umutsuz bir aşk
Şenlikler içinde kaybolmuştur


29.04.2000

Resim: kaynak

5 Mart 2012 Pazartesi

Tutkunun Işığı



TUTKUNUN IŞIĞI
                 Bütün Kadınlara
Ben kadınım.
Yapıcılığın simgesi...
Âdem'in kaburga kemiğinden
Fırlayan kalbim
Sizin için atıyor.

Ben  kadınım,
Doğayım.
Düşlere zenginlik
Bende...

İnsanım.
Mutluluğu
Renklere dönüştürüp
Koynumda taşırım.
Duruluğun büyülü aynasına
Ben yansırım...

Şefkatle dolu kollarım
Aşkla kavrulur.

Doğurganlığın bütün yüzleri
Bendedir.
Sevgili olurum,
Dost olurum,
Anne olurum.
Bana sığınan başları
Bağrıma basarım.

Her şeye aşkla bağlanırım.
Bir katre alev gibi
Düşerim maviliklere
Işığa kesilir her yanım.

Bencilim.
Kıskancım.
Öfkem acımı sabırla sınar.
Bağışladığım yanlışlar
Serin okyanuslar çoğaltır.
Okyanusum
Ninnilerle
Dipsiz kuyulara ulaşır.
Yanlışlar
Orada
Demlenir.
Benim yanlışlarım
Sizin yanlışlarınızdır
Dipsiz kuyularımda büyür,
Güçlenir.
Saklarım.
Saklarım.
Fırlatırım yeryüzüne...

Tutku
Bir dönüşüme sevdalıdır.
Ulu izlerle beslenir
Geç görürsünüz...
Geç anlarsınız.
Söylenmeyen sözdür,
Sestir,
Biçimdir
İçimin mevsimlerinde...

Her şeyde izim vardır
Görünmem,
Arkada kalırım.

Korkaklar
Ezmek ister beni,
Ezemezler.
Çünkü
Bütün korkuları bilirim.
Güçlünün yüreğindeki
Dehşeti
Bilirim...
Yüreksizin cesaretini
Bilirim...

Duygularım
Doğruyu
İzler.

Şaşırtmacalar yaşarım,
Geçmişten geleceğe
Önyargılar kurulur.
Önyargılar
Bir sızıdır kalbimde.
Uçurumdur.
Ağlarım...
Gözyaşları
Yeniler beni,
Gümrah bitkiler gibi...

Ben kadınım.
Güzelliğim zalimdir,
Bağışlamaz.
Tayfunlar dışardadır
Sinsi oyunlara gebedir.
Umutsuzluk.
Umutsuzluk.
Umutsuzluğum
Öç almalarla evlenir.
Zalimliğim
Zulümlerle beslenir...

Ben kadınım.
Ben sevgiliyim.
Yaratıcı düşler çizerim
Düşlerim uçan tüllerdir.
Düşlerim acıların dansıdır.

Güçlüyüm.
Ayrılıkları yaşarım
Ayakta kalırım.
Ölümleri yaşarım
Ayakta kalırım.
Horlanmaları yaşarım
Ayakta kalırım.
Utançları, ihanetleri yaşarım
Ayakta kalırım.
Yitirdiklrim
Erdemdir
Döner bana...

Bir sevgi çorbasıdır
Ocağımdaki.
Ondan içen
Dostumdur,
Sevgilimdir,
Çocuğumdur.

Ben kadınım.
Her şeyi görürüm.
Her şeyi duyarım.
Fısıltılarla dolu
Dünyamda
Sessiz haykırışlarım
Duyulmaz...

Bütün zamanların
Sonsuzluğudur
İçim.
Özgürlüktür
İstediğim.
Bakışım özveriye
Işığım secgiye tutkundur

Yoksulluğum
Yoksunluktur.
Direncim inancımdır.
Beni anlayın.
Beni yargılayan
Kendini yargılar.
Çünkü ben insanım,
Çünkü ben sizim...

Bir gizemdir
Ellerimdeki
Okşamaya kilitli...

Çözülmemiş çözüm
Bendedir.

Kimse benim kadar sevemez.
Kimse sevdsını
Benim kadar
Besleyemez...

Durgun bir göldür
Yüreğim.
Kurbandır.
Kurbanlar yüreğimdedir.
Suya düşen gölgeler
Işık ister.
Ben kurban olurum
Tutkunun ışığına...







2 Ocak 2012 Pazartesi

Aşkın Yanık Rengi

Her seven
Sevilenin boy aynasıdır                
Sevmek
Sevilenin o aynaya bakmasıdır.
                                    Ö. ASAF

Aşkla ilgili ne çok söz söylenmiş, ne çok şiir yazılmış, ne çok şarkı bestelenmiş, ne çok felsefe üretilmiş.
   
Ne kadar insan varsa o kadar da aşk çeşidi olduğu düşüncesi , bir o kadar da yorum olacağı gerçeğine götürüyor bizi. Ayrılığın, olanaksızlığın, engellerin bol bol beslendiği bir duygu olan aşkın  seçilmiş zamanlarımızın rengiyle bezenerek, bize unutulmaz öyküler sunduğunu da özellikle anımsamak gerekiyor.
     
 Hiçbir şey bizi hüzünlü bir aşk öyküsü kadar çemberine alamaz. Bu öyküleri okurken, dinlerken, düş gücümüzle beslenen en acıklı görüntüleri yaratmakta da  üstümüze yoktur hani... Öyküyle özdeşleşirken kırmızıdan sarıya, mordan yeşile renklerle  sarmaş dolaş oluveririz.Belki de yanık kırmızıda  bir süre dururuz. Sonunda acının rengini bulsak da pembeyi baş tacı etmek için elimizden geleni yapar,  hayallere konan bir kelebek oluruz âdeta.
Bir zamanlar;  gazetenin, radyonun, televizyonun olmadığı dönemlerde, öykü ve roman ihtiyacını sağlayan anlatıların peşinde; anlatılması günlerce, gecelerce süren, âdeta arkası yarın  programlarının üretildiği çağlarda , “halk hikâyecileri” vardı. Bu kişiler, özel yeteneklerle donanmış olarak, dinleyenlerini heyecana gark eden serüvenleri dile getirirlerdi. Bir kere ozan nitelikleri vardı bu kişilerin. Ayrıca güzel konuşurlardı, sözcük dağarcıkları zengindi. Her öyküyü kendilerine özgü anlatımlarıyla güzelleştirirken, düş güçlerinin genişliğini de bu öykülere taşırlardı. Böylece gelişen, büyüyen öyküler; anlatıcılarının beslediği şaheserler olarak, edebiyatımızın önemli bir alanına hizmet eder, yazıya geçirilmeyi beklerdi.

“Aşk,yiğitlik ve eşkıya” hikâyeleri gibi bölümlere ayrılan bu anlatıların oluşumu destanlara benzer. Dede Korkut geleneğini sürdürdüğünü düşündüğümüz bu öykülerde de düzyazı anlatımların arasında - Dede Korkut Öyküleri’nde olduğu gibi -  manzum bölümler vardır. Aslında bunları halk yaratmıştır. Üzerlerine yüzyılların birikimi eklenmiştir. Hatta her öyküye bulunduğu yörenin şivesiyle ilgili eklemeler bile yapılmıştır.

Türkçenin en güzel biçimde kullanıldığı bu öyküler, edebiyatımızın folklorik yönünü güçlendiren çok zengin örneklerdir. Bunların içinde, halkın en çok rağbet ettiği “aşk hikâyeleri” ayrıcalıklı bir yere sahiptir. Leyla ile Mecnun, Kerem ile Aslı, Arzu ile Kamber, Ferhat ile Şirin, Asuman ile Zeycan, Emrah ile Selvihan, Âşık Garip ile Şah Sanem… gibi öykülerdir bunlar.


Böylesine özgün  aşk öyküsü kahramanlarımız varken,gençlerimiz bir kültür yozlaşmasıyla, en büyük aşk olarak herhalde “Romeo ile Jülyet”i biliyorlar.Aslında  Eflatun Cem Güney tarafından derlenen, hatta yeniden yaratılan Âşık Garip’i okusalar, buradaki Türkçenin güzelliğine mutlaka hayran olacaklardır. Gerçi operada, balede, müzikallerde bu ünlü aşk öykülerinden örneklere rastlıyoruz. Ancak bunlar, düz televizyon izleyicisi olan büyük kitleye  ulaşabiliyor mu acaba, diye sormak da yerindedir sanırım.

Bu öykülerin çoğunda “Hak Âşığı” bir erkek kahraman vardır. Rüyasında bir “pîr” gören kahraman , kendisine sunulan “aşk bâde”sini içer. Ayrıca yine rüyasında aşkı peşinde diyar diyar dolaşacağı, dünyalar güzeli sevgilisini de  görür. Onun uğrunda cefalar çeker. Son derecede masum ve duru bir aşk yaşayan sevgililer, engellerle boğuşur durur. Bu arada kahramanlarımızın –özellikle erkek kahramanın- dili çözülür; saz eşliğinde duygularını, acılarını söylerken; köy köy , yöre yöre dolaşır durur. Ezgileri dinleyenlerin  yüreğini dağlar. Türk halkı bu aşklara saygı duyar. Ozan niteliği kazanmış kahramanlar, yüreğinde sevdasıyla  gördüğü güzellikleri dile getirdiği gibi, yaşanan haksızlıkları da ortaya koyar. Gezgin olan Âşık, başka diyarlara ulaştıkça ününü artırarak, kendini bu biçimde kanıtlar.

İşte bu öykülerden biri de “Kerem ile Aslı”dır. Konusuna bir göz atalım isterseniz.
İsfahan Şahı’nın ve hazinedarının çocukları yoktur. Dualar yapılır,dileklerde bulunulur. İki baba, çocukları olursa birbirleriyle evlendirmek üzere anlaşır. Şah’ın bir oğlu olur. Adını “Ahmet Mirza” koyarlar. Bir keşiş olan hazinedarın da bir kızı olur. Adını “Karasultan” koyarlar.
 Keşiş, çocuklar doğmadan önce verdiği sözden caymak için çareler düşünür. Caymak istemesinin nedeni din ayrılığıdır. Kızının öldüğünü söyleyerek Şah’ın hizmetinden ayrılır, üç günlük uzaktaki Zengi Köyü’ne yerleşir.

 Aradan epeyce bir zaman geçer. Çocuklar büyümüştür. Ahmet Mirza, bir gece, rüyasında Karasultan’ın elinden “ aşk badesi” içer.

 Delikanlı bir gün çok yakın arkadaşı Sofu ile beraber ava çıkar. Şahini elinden kurtulup bir bahçeye iner. Onu almak için bahçeye giren delikanlı, orada gergef işleyen bir kız görür. Kızın, rüyasında gördüğü güzel olduğunu anlar. Kızla konuşur. O andan itibaren alevlenen bu sevda, delikanlının adını “Kerem”, kızın adını da “Aslı” yapar.

 Kerem artık yemeden içmeden kesilir. Yaşlı bir kadın aracılığıyla Kerem’in sırrı öğrenilir. Şah oğlunun yüzünü güldürmek için çırpınmaktadır. Şah’ı çiğneyemeyen baba, karar verebilmeleri için, bir süre ister. Bu süre içinde, karısını, kızını alıp onların bulamayacağı bir yere  doğru yola çıkar Keşiş. Kerem de arkadaşı Sofu ile birlikte onların peşine düşer. Artık bundan sonra bir kovalamaca başlar. Kerem’in Aslıhan’ı bulmak için bütün Anadolu’yu baştan başa gezmesi; elinde sazı, dilinde sözü ile bir ozan olması böyle geçekleşir. Her yerde, herkese Aslı’nın izini sorar. Kuşlardan, ceylanlardan, ağaçlardan, dağlardan, çiçeklerden yardım ister. Zaman zaman  onun izini bulur. Ama bulmasıyla kaybetmesi bir olur. Acısı arttıkça aşkı büyür.

 Aslı ile ailesinin Kayseri’de olduklarını öğrenen Kerem, burada Keşiş’in zindancıbaşı, karısının da dişçi olduğunu öğrenir. Diş çektirmek için evlerine gider. Başını Aslı’nın dizine koyup otuz iki dişini de çektirir. Ağzından boşanan kanları silmek için çevresini çıkarınca,  Aslı onun Kerem olduğunu anlar, anasına söyler. Kerem Tanrı’ya yalvarır. Kendi sevgisinin dörtte birinin bu kıza verilmesini ister. Kerem hem bilge hem de keramet sahibidir,duası kabul edilir. Aslı, onun boynuna sarılır, Müslüman olur.

Geceleyin, gizlice Keşiş’in evine gider Kerem. Yakalanır,zindana atılır. Öldürülmek istenmesine kadı fetva vermez.

Kayseri Beyi’nin kızkardeşi Hasene Hanım, Kerem’in bir Hak Âşığı olduğunu kanıtlamak için bir gül bahçesinde kırk tane kızın arasına yırtık pırtık giysiler içindeki Aslı’yı da alır. Kerem, o kadar kızın içinde Aslı’yı hemen tanır. Hasene Hanım, Kayseri Beyi’ni ikna ederek, Aslı’yı Kerem’e almasını sağlamak ister. Fakat Keşiş, Aslı’yı Halep’e kaçırır. Oraya ulaşan Kerem, yakalanarak Paşa’nın huzuruna çıkarılır. Paşa, Kerem’in azatlısıdır.Bunu anlayan Paşa, kızı Kerem’e almak için güçlerini seferber eder.

 Keşiş, çaresizdir, kızı verir. Ancak Aslı’ya büyülü bir giysi hazırlar. Baş başa kalan âşıklar için vuslat zamanıdır. Aslı’nın giysisindeki düğmeleri çözmeye başlayan Kerem, bitmeye iki düğme kala düğmelerin yeni baştan iliklendiğini görür. Büyülü giysinin düğmeleri bir türlü çözülmez. Tan ağarmaya başladığı sırada Kerem, yürekten bir “ah” çeker. Ağzından bir ateş çıkar, tepesinde de dumanlar görünür. Aslı, ateşi söndürmeye çalışır, ama ne mümkün, Kerem kül olur. Paşa Keşiş’i öldürtür. Aslı, Kerem’in külleri başında kırk gün kırk gece bekler. Küller etrafa dağıldıkça saçını süpürge yapıp toplamaya çalışır. Bu arada bir kıvılcımdan saçları tutuşur, cayır cayır yanar,ancak o zaman Aslı’nın külleri Kerem’in küllerine karışarak birleşmelerine olanak sağlar.(1)

Bu öyküden hareketle kullanılan bir deyimimiz vardır: “Yandı Kerem’in arpa tarlası!” Gerçekleşmeyen hayaller, sonuçlanmayan işler, karşılıksız aşklar için kullanılır. Ayrıca tutkunun aşırılığını anlatmak için de “Kerem gibi yanmak”deyimi yaygındır.

Nazım Hikmet ne diyordu “Kerem Gibi şiirinde…

“-Kül olayım / Kerem / gibi / yana / yana
Ben yanmasam / sen yanmasan /
biz yanmasak /          nasıl / çıkar
karanlıklar / aydınlığa”

Aşkla aydınlık kardeştir, ikisinden de güç, ısı ve ışık  yayılır. Hüznün safran sarısına boyansa da etrafımız, terazinin yaşam kefesinde ağır basması, bizim için bir ferahlıktır. Ve böylesi acıların aşkla bezenmiş doğası, bize, geçmişin süzgecinden yayılan bir nefeslik yaşam sevinci sunar. Belki de Sezai Karakoç gibi düşünebiliriz.

Anladım onlar ölmediler
Ölüm adına
Ölüm maskesi takınarak
Dönüştüler bir ışığa.

 ( 1 ) Edebiyat ve Tenkid Sözlüğü (M.N.Özön)

7 Aralık 2011 Çarşamba

Can İpinin Kopması

Günlük kaygılarımız,hırslarımız yüzünden koşuştururken, etrafımızdaki bin bir güzelliği çoğu zaman fark etmeyiz. Kendimizle ilgili, çevremizle ilgili sorunlarımız baş köşeye oturduğu zaman,  biz âdeta inanılmaz bir körlük içinde yaşarız. Hatta hep yakınırız “ Yirmi dört saat bana yetmiyor. ” diye.


Bir gün, çok sevdiğimiz, ayrılığına dayanamayacağımız birinin ölümüyle karşılaşırız. İnanamayız. Çünkü onun yaşantımızdaki yeri, öylesine güvenliğimizi sağlamıştır ki yokluğuyla neredeyse sudan çıkmış balığa döneriz. Onunla yaşayabileceğimiz güzellikleri ertelediğimiz için, içimiz yangın yerine döner. “Keşke ”ler ortasında bunalırız. Hiçbir zaman bu yok oluşa  hazırlanmamış bir insan olduğumuzu anlarız. Hemen o an, o dakika,  o saat ya da o gün, diğer sevdiklerimize nasıl zaman ayıracağımızın planlarını yaparız. Oysa, heyhat, bu zamanlar; yaşamımızın kısacık dilimlerini kapsar. Sonra yine “aynı minval üzre ” yaşamaya devam ederiz.

Bu, yalnız sevdiklerimizle ilgili değildir. Kişiliğimize ya da yapımıza bağlı olarak aynı şeyleri kendimiz için de uygularız. Sonuç yine aynıdır. Bunlardan hep üzüntü duyarız, ama  bir türlü yapacaklarımıza “öncelikli sıralama”yı sağlayamayız.

“Ölüm gerçeği ” insanı yüzyıllarca düşündürmüş. Dinlerin felsefesinde önemli bir yer tutmuş. Her canlıya biçilen ömür denen sürecin doğal bir sonucu olarak, bütün toplumlarda; acılardan, geleneksel törenlere uzanan bir dizi anlayış, bunların sonucu olarak da değişik   inançlar oluşmuş. “Hiç ölmeyecekmiş gibi bu dünya için, yarın ölecekmiş gibi öteki dünya için çalışmak ” öğütlenmiş. Öteki dünya insanı sürekli meşgul etmiş. Ölüm düşüncesi belki de korkuların en dehşetlisi olmuş. Bazen de bu dünyanın ağır yükünden kurtulmanın tek çaresi olmuş.

Çelişkiler insanın peşini bir türlü bırakmıyor görüldüğü gibi. Ölümle ilgili, varlık-yokluk fikrini, insanı rahatlatan çözümleri herhalde en çarpıcı şairler anlatmıştır.  Bunlara bir göz atarsak, hiç aklımıza gelmeyen ilginç bakış açılarını yakalayabiliriz belki. Belki de böylece ölümle ilgili izlenimlerimiz değişebilir, daha sakin düşünmemizi sağlayabilir.
 “ Mevsim ne olursa olsun
Kapın vurulur ansızın
Tükenir cümle korkular
Düşer göklerden yıldızın. ”
Ölümün her insanı eşit kıldığını Karacaoğlan gibi anlatmak mümkün.
“ Ağa olsa paşa olsa beğ olsa / Yakasız gömleğe sarılır bir gün ” Bu, öylesine doğaldır ki yaşamak gibidir sanki. Seyrani’nin “ Can ipini ten yününden / Saran kirmen ular bir gün / Sulu yalçınlar önünden / Açılan gül solar bir gün ” deyişiyle de örtüşür. Yahya Kemal Beyatlı’nın “ Yaprak nasıl düşerse akıp kaybolan suya / Ruh öyle yollanır uyanılmaz uykuya. ” dizeleriyle  de doğal bir ortaklık  kurar.

Her ölüm erkendir. Beklenmez. Bu yüzden şaşırtıcıdır. Daha doğrusu,  umut son ana kadar devam eder. İnanılmazlık, beklentilerin önüne geçtiğinde yıkılır insan.
      
İlhan Geçer “ Mevsim ne olursa olsun / Kapın vurulur ansızın /Tükenir cümle korkular / Düşer göklerden yıldızın. ” derken, her insanın gökte yıldızı olduğu inancını, ansızın gelen ölümlerin acısını, beklenmezliği ne güzel anlatıyor! Necip Fazıl Kısakürek “ Hüküm yazılıyken kara tahtada / İnsan yine çare arar ecele. ”diyor.

Alınyazısı karşısında aramaktan vazgeçemiyor insan… “Ölümün en büyük ganimeti biziz, / Bizim en son şarkımız ölüm.” diyen Şinasi Özdenoğlu, hayatı olumlu bir biçimde  sona erdirmek  görevini de anımsatıyor.

Ya yakın bir dostumuzun ölümünü, çok uzak bir havadisle almak, bizi ne hale sokar, düşündünüz mü? İşte bunu da Ziya Osman Saba’dan öğreniyoruz. “Bir yaprak dökümüdür dört yandan / Bir dostun, seninle ağlamış, gülmüş, / Bir sabah gazeteyi açarsın ki: / Ölmüş !”

Nurullah Genç ölümü şöyle tanımlamış: “birine ilkbahar olan / diğerine kanlı kar tanesidir / ölüm
ki :kaçınılamayan / ölüm ki: yapayalnız / kafdağı’nda bir anka’nın sesidir. ”

Bu dünyadan göçen kişi ne hisseder, bilemiyoruz. Ancak acıyı çeken yine de arkada kalanlar olur. “Gidenlere öldü diye ağlarız / Aslında geride kalanlar ölür ”diyor A.İnal. Bunu destekleyen M.R.Şirin’in dizeleri. “babam öldü / koptu çalar saatin gergin yayı / babasız evlerde / kim susturacak / çığlıktan doğan fırtınayı ” Annenin, babanın izleri, yaşımız kaç olursa olsun, derin etkisinden kurtulamadığımız, varlığımızın en temel    
duygu birikimleridir.Abdülkadir Budak da bunu anlatıyor. “Beni bir yol kıyısında ölü buldular / Soğuyan alnımda annemin eli / Son sorum şu olmuştu, anımsıyorum / -Annem benden önce ölmemiş miydi? ”       
      
Bir de “ölmeden ölmek” var ki; kederi, elemi lokma yapıp yutamadığımız bir şey olur yaşamak. “Ölmek değildir ömrümüzün en feci işi /  Müşkil olan budur ki ölmeden evvel ölür kişi. “ derken Yahya Kemal acaba bizim düşündüklerimizden başka neleri kastetmiştir ?

Kim olursa olsun, genç birinin ölümü bizi çok etkiler. Çocuklarından sonraya kalan anneler, babalar;  yavrusunun yüreğindeki durmadan katlanan özlemiyle yanar durur. İnsan sevgisinin en güzel örneklerini veren Yunus Emre de bu acıyı 13.yüzyıldan günümüze aynı sıcaklığı, tazeliği koruyarak getirmiş. “ Bu dünyada bir nesneye /Yanar içim göynür özüm / Yiğit iken ölenlere / Gök ekini biçmiş gibi ” Gençlerin ölümüne daha gerçekçi bir yaklaşımı, Dadaloğlu’nun  dilimize persenk olmuş şu dörtlüğünde bulmak, belki de içimize biraz su serpebilir. “ Dadaloğlu yarın kavga kurulur / Öter tüfek davlumbazlar vurulur / Nice Koçyiğitler yere serilir / Ölen ölür kalan sağlar bizimdir ”

Ölüm düşüncesiyle  birlikte, ölüm korkusu da koşarak girer içimize. Yaşamak ne kadar doğal bir şeyse, ölüm de öylesine doğal kabul edilmeli uzmanlara göre. Bir öteki dünya varlığı, bu dünyada bütün hesapların nesnel biçimde ortaya konacağı düşüncesi rahatlatır bizi. “ Ten fanidir can ölmez / Ölenler geri gelmez / Ölür ise ten ölür / Canlar ölesi değil ”diyen Yunus “ Ölümden ne korkarsın / Korkma ebedi varsın “ dizeleriyle dinginlik dolu bir iç dünya sunarak bizi rahatlatıyor.

Geride kalanlar nedir peki? Hoş anılar… İnsanlığa hizmet… İyilikler… Esprili anekdotlar… Sedat Umran’a göre  geride kalanlar biraz somutlaşıyor. “ Ben ölüyüm / eldivenlerimde  kaldı sıcaklığı ellerimin, / gözlerimdeki korku aynalarda; / gülüşümden uçurtmalar yaptınız ama uçuramadınız / sevincinizin göklerinde. ”

Ölüm bir avcı. Kuşku ve pişmanlık içinde geçireceğimiz bir hayat, bize neler sunabilir? Erdem kabul ettiğimiz iyilik, doğruluk, alçak gönüllülük, mertlik, dürüstlük ilkelerini temel yaşam felsefesi olarak alırsak, bu dünyayı cehennem olmaktan kurtarabilir miyiz? Ayrıca öteki dünyadaki hesabımızın da temiz çıkması için bir çaba göstermeyecek miyiz? Soruların, sorgulamaların ucu bucağı yok.

İyisi mi biz, biraz mizaha bulaşalım. Çünkü mizah, her şeyi güzelleştirir. Ölüme de bu açıdan bakabiliriz. “ Ölüm, / Sen beni aldatamazsın, / Aklımda! ” diyebiliriz Behçet Necatigil gibi. Kolay uygulanacak vasiyetler bırakabiliriz arkamızda. Âşık Veysel gibi. “ Can kafeste durmaz uçar / Dünya bir han konan göçer / Ay dolanır yıllar geçer / Dostlar beni hatırlasın ”  diyebiliriz.
 
Ölüm korkusunu en çok işleyenlerden biri olan Cahit Sıtkı Tarancı gibi, ölüm korkumuzu yaşama sevinciyle bezeyerek yüceltebiliriz. “ Öldük, ölümden bir şeyler umarak, / Bir büyük boşlukta bozuldu büyü. / Nasıl hatırlamazsın o türküyü, / Gök parçası, dal demeti, kuştüyü, / Alıştığımız bir şeydi
yaşamak. ”

Ölünce kirlerimizden temizlenir...
Yusuf Ziya Ortaç gibi de düşünebilirsiniz. Yeniden doğadan fışkırarak…” Bir gün basacak beni de / Göğsüne anne toprak / Görecekler ellerimi / Bir çınarda yaprak yaprak ” Bu, yaşama sevinciyle dolu hüzne Turgut Uyar’ı da ortak edebilirsiniz. “Ölüm insanlar içindir / Uzak yakın er geç olacak / Bari bir mayıs sabahı olsa Tanrı’m / Erikler çiçekteyken kucak kucak ” Ama ölümü bir arınma olarak da düşünmek olası…. Orhan Veli Kanık gibi… “Ölünce kirlerimizden temizlenir, / Ölünce biz de iyi adam oluruz; / Şöhretmiş, kadınmış, para hırsıymış, / Hepsini unuturuz.”

Ölümle yaşam iç içe. Ölümü iyi bir misafir gibi karşılayamıyoruz doğal olarak. Sürekli özbenliğimizi ortaya koymak çabası içinde, varlığımızın kalıcılığını somutlaştırmak uğruna gecemiz gündüzümüze karışırken, “takdir-i İlahi” nin karşımıza çıkardığı Azrail’e, Deli Dumrul gibi “Bre sen de kimsin?” demek ancak Dede Korkut’ta mümkündür. Hayatın gerçeği buysa, onu ruhumuza çeki düzen vermek için bir fırsat kabul etmeliyiz. Bizim modern Deli Dumrul’umuz Can Baba gibi, çılgın bir sevgi  yüküyle karşılamalıyız hem yaşamı hem de ölümü
” Badem çırparcasına olacak ölümüm Azalarım dökülecek toprağa
Yine ben toplayacağım sepete ”         

Suyu Çekilen Yaz

Her mevsimin bir kokusu,bu kokuyla bütünleşen ayrı bir tadı vardır.

Sonbahar;ayva,elma kokusunu-bu, evlerde depolanan ayva ,elma kokusudur-toprağa düşen yağmur damlalarıyla oluşan “toprak kokusu”nu anımsatıyor bana.Bir de Cahit Sıtkı Tarancı’dan ”Ayva sarı nar kırmızı sonbahar”dizesini sonbaharla birlikte dilime pelesenk ediyorum.
Kış; portakal kokusunu,daha doğrusu narenciyenin bilumum çeşitlerini savurarak yerleşiyor yüreğimize.İçimizi ısıtan sıcak çorbaların kokusu ile birlikte, yemek kültürümüzü yansıtan tatlar da buna ekleniyor.Yağmurlar,kar manzaralarının büyülü güzellikleri bunlarla harmanlanıp farklı imgelere dönüşüyor.

İlkbahar;leylak kokusu,menekşe kokusu,nergis kokusudur benim için.Meyve çiçeklerinin kokusudur. ”Meyve çiçekleri”deyince bir an durup Rıza Polat Akkoyunlu’yu düşünüyorum. ”Güneyden geliyorum,/ Güneyden…/ Saçlarımda portakal,/ Ellerimde/ Limon çiçeklerinin kokusu.” Bu dizeler tarih anlatıyor.Belki bir süre sonra “Bu limon çiçeği kokusu da neymiş?”denilecek.Oysa bütün Mersin’i bürüyen bu koku hep sürmeli.Çünkü Mersin’imizin hafızalara kazınan en büyüleyici özelliklerinden biri de bu koku.

Yaz; güneş,deniz,yosun kokusudur kimilerine göre. Güneşte yanmış asfalt kokusudur belki de. Kiraz, şeftali, kayısı, kavun-karpuz kokusu ve tadıdır yaz.Her nesnenin,her şeyin güneşte yanmış bir kokusu vardır ki yazı unutulmaz  kılar.

Yaz; güneş ve denizle birlikte düşünülür.Çünkü “yaz tatili”kavramı güneş ve denizin ayrılmaz ikili olduğunu derinden hissettirir bize.Yılın en sıcak mevsimi olan yaz,93 gün 15 saat sürüyormuş. Yaşam kaynağımız güneşin de dört milyar yıl ömrü kalmış.Bunaltıcı sıcaklar yaşadığımız yaz aylarında güneşin ömrünü filan düşünmüyoruz doğrusu. Serinlemek için yapay yollara başvururken, bu yapaylıkların bir bedeli olacağı da aklımıza  takılıp kalıyor.Oysa bilimsel araştırmalar ve çalışmalar; sellerle, kuraklıklarla  dolu bir geleceğin bizi beklediğini ortaya koyuyor.Sanayi devrimi ile başlayan atmosferdeki değişmeler ivme kazanarak devam ediyor.Sera gazlarının ve karbondioksitin artmasıyla iklimler değişeceği gibi, artan kuraklıkla beraber, insan ve canlı yaşamı da altüst olacak.

Tatil kavramının yazla birleşmesi, içimizde sayısız çoşkular da yaratır. Coşkularımız hızını en çok denizden alır.Dörtte üçü suyla kaplı mavi gezegenimizin bize tattırdığı en önemli zevklerden biridir,denizle kucaklaşmak. Dalgalara atılıp bedenimizi kuşatan bu serinlikle- her yaşta bir çocuk olarak- haşir neşir olmak kimin hoşuna gitmez ki?

Bu kadar uzun bir sahil şeridine sahip olup da “Denize girmek için Taşucu’na kadar gitmek gerek.” diyen, daha doğrusu demek zorunda kalan, bir toplum olmaktan siz de utanıyorsunuzdur mutlaka.    

Dostumuz yaz,çocuklarımız için bir şenliktir.Çünkü öncelikle “yaz tatili” kavramıyla ve okullar kapalı olduğu için bir şenliktir.Sonra oyunların doyulmaz lezzetini saate bakmadan yaşamak şansı yarattığı için bir şenliktir.Ayrıca denizin, havuzun,ağacın,taşın,bitmez tükenmez eğlencelerin doğmaca yaşandığı bir mevsim olduğu için de bir şenliktir.Aslında yaz,çocukların suyla bütünleştiği bir mevsimdir. Ve de en çok bunun için bir şenliktir.

Biz su-sever bir toplumuz.Temizlikle ilgili eğitim eksikliğimiz olsa bile sudan,su kenarlarından vazgeçemeyiz.Orta Asya’da bütün mahlukat“Su!Su!”diye çığrıştığında ,yüklemişiz denklerimizi,sulak yerlere doğru yola çıkmışız.Deniz bulmuşuz,dere bulmuşuz,göl bulmuşuz,kenarlarına  konmuşuz,göçebe olsak da.Bulunduğumuz yerlere “sahibülhayrat” çeşmeler yaptırmışız.Gelen geçen bu sulardan içsin,çeşmeyi yaptırana hayır dualar etsin diye.

Su kenarlarından söz edince yaz sıcağının  cehennemi halini düşünüyorum. Yaz sıcağı dağa taşa hükmedeli ağzımızın tadı kaçtı.Öteki yarıküredeki serinliğe imreniyoruz.Oysa onlar da sellerle, tayfunlarla boğuşuyor.

Yazla birlikte gündeme “küt” diye oturan bir su sorunu var ki  hepimizi kara kara düşündürmekte.Çünkü biliyoruz ki su gibi akan zamanın pençesindeyiz.Mavi küremiz de bizim pençemizde.Artık mevsimlerin eski mevsimler olmayacağı su götürmez bir gerçek.Biz,insanoğlu,yine de su katılmamış vahşetimize yenilerini eklemeye devam ediyoruz.Bir yandan da içimize su serpecek çarelerin peşine düşüyoruz. Düşeceğiz elbette.Ama vahşetimizi de bir hayli sınırlandırmamız gerekiyor.

Bugünlerde susuzluktan kırılan kentlerin dramını gözlemekteyiz.Suyun başında olduğumuzu varsayarak,sıranın bize gelmeyeceğini hayal edebiliriz.Öyle olsa bile, susuzluk korkumuzu yok etmek olanaksız.Çünkü insanoğlunun su katılmamış aymazlığı var ortada.”Suyu görmeden paçaları sıvamayın.” diyorsanız,suların çoktan karardığını bilmenin bile bir şey ifade etmediğini acı acı gülerek, çok yakında anlayacağız . Ahvalimiz “sudan çıkmış balığa dönmek.” Gemi su alıyor.Biz elimizden gelen olumlu katkıları sağlayalım ki emeğimiz geçsin, emeğimizin kıymetini bilelim.Dünyamızı yaşanası kılalım böyle böyle.

Hayatımızı boydan boya kuşatan suyun yok olacağını düşünmek bile tüyler ürpertici. Musluğu açıp suyun akışını izlerken bunu düşünüyorum.Düşünmekten öte,bir gün onsuz kalacağımız dehşetiyle irkiliyorum.

Şikâyetçi olan kim?Biz…Suyu bulandıran  kim?Biz…Hepimiz çevreciliğimizi masaya yatırıp,suyunu çekmek üzere olan kaynaklarımızı tutumlu kullanmanın yollarını aramalıyız.Ve bu yolları mutlaka ve mutlaka çocuklarımıza da öğretmeliyiz.

Petrol savaşlarının su savaşlarına dönmesi yakın.Köylerimizde tarla ,arazi savaşımlarının su savaşımlarıyla da  yoğunlaştığını hepimiz medyadan biliriz. Hatta yağmur duaları için yollara çıkan insanımızın bazen olmadık nedenlerle  birbirine düşmesini de gözlemlemişizdir. Can Yücel’in “Islak Öykü”şiirinde bu,nasıl güzel dile getirilmiş!Çelişkilerimizi bu şiirden daha güzel anlatacak başka şiir bulamazsınız. Hem acıklı hem komik… Sonu böyle biten öyküler yaşanmasın desek bile,insanın yaratılıştan gelen özelliğini göz ardı edemeyiz… Suyumuz ısınmadan bu su’lu  öyküye kulak verelim mi?

Yağmur duasına çıkmış köylüler
Abdest alıp
Göğe el açıp
Yedi rekât namaz kılmışlar
Üç keçi kesmişler sonra
Sana fazla düştü bana az diye
Cıngar çıkmış aralarında
Tabancalar patlamış
Candarma yağmış üstlerine