Toprak, hava,
ateş, su… Dört öge, eski deyimle “anasır-ı Erbaa”… İnsan yaşamının, daha
doğrusu canlıların, ana maddeleri… Biri olmazsa topallıyor dünya. Bir tek halkanın bile kopması, zincirin
bütünlüğünü alt üst ediyor.
Bu dört öge. Uygarlıkların kurulmasında her zaman önemli rol oynuyor. Geçmişi,
şimdiyi ve gelecek zamanları kapsayan
geniş bir dairenin dirimsel sonucunu, hep başa dönerek etkiliyor. İlkel insan,
mağaradan çıkıp kullandığı aletleri geliştirdiğinde, güvenli yaşamak için,
sular üstüne güvenli evler yaparak uygarlık adına önemli bir adım atıyor. “ Su hayattır,” görüşüne böylece “su güvendir,” gibi bir yafta eklemek
gerekiyor. Su her zaman güven
vermiyor elbette. “ Sel “ gibi bir
doğal âfet yaratabiliyor. Mitolojide, neredeyse her ülkenin, her toplumun . her dinin başına
gelen bir “tufan” var. Bunlardan
birine Donna Rosenberg’in “ Dünya Mitolojisi “ kitabında rastladım. Öykünün bir bölümü
şöyle:
“ Aztek
Mitolojisi” ne göre beş dünya yaratıldı:
Her birinin kendi güneşi vardı, her dünya yok olduğunda güneşleri de
öldü.
İlk dünya yeryüzü güneşiyle aydınlatıldı. Tanrılar,
insanların uygunsuz davranışlarına dayanamayıp onları cezalandırıldı. İnsanlarla
birlikte güneşleri de yok oldu.
İkinci dünya havanın
güneşiyle aydınlatılmıştı. İnsanlar yine uygunsuz ve bilgelikten uzak
davranışlarıyla Tanrıların şimşeklerini çektiler üzerlerine. Kasırgalar indi yeryüzüne. İnsanlar maymuna
dönüştürülürken güneşleri de öldü.
Üçüncü dünya, ateş yağmurunun güneşiyle aydınlatılmıştı.
İnsanlar Tanrılara kurban vermeyi reddettikleri için depremler, yanardağlardan
fışkıran lavlar, sıcak küller ve başka ateşli ölümlerle cezalandırıldılar.
Güneşleri de onlarla birlikte yok oldu.
Dördüncü dünya suyun güneşiyle aydınlatıldı. Büyük Tanrı
küllerden bir insan ırkı yarattı. İnsanların açgözlülüğü bitmedi. Tanrılar onları selle cezalandırdılar.
Güneşleri de boğuldu.
Tanrılar beşinci dünyayı yaratmak için seferber oldular. Bu dünya “dört “ hareketli beşinci güneşle
yaratılacaktı. Karanlıkta bir araya geldiler:
Bu güneş daha önceki “dört öge”
den oluşacaktı. TOPRAK, HAVA, ATEŞ, SU…
Su, H2O, bizim için ne? Çöllerde yaşayanlar için ayrı,
kutuplarda yaşayanlar için nasıl bir güç?…
“Çöl” deyince
ilk aklımıza gelen sözcük değil mi “ su”
? Arapça’da su ile ilgili çok sözcük
olduğu belirtilir. Bu, suya duyulan büyük özlemin sonucu olsa gerek…
Mavera-ün-nehr’den Meopotamya’ya, Nil’in bereketinden, Amazonlar’ın canlı
hareketliliğine uzanan bir yaşam kaynağı ancak böyle değer kazanacak; başka
türlüsü de düşünülemez.
Bugün hâlâ izleri bulunan
“ Roma su kemerleri ” ; eski İran’ı
bir petek gibi ören , ustalıkla yapılmış yer altı sarnıçları da bu
değerin bir göstergesi. Buna Anadolu’daki uygarlıkların bıraktığı “ su “ ile
ilgili çeşitli kalıntıları da mutlaka eklemek gerek. Çünkü Anadolu, su
potansiyeli bakımından önemli bir güce sahip.
Suyun yaşamsal özelliğinin yanında ayrı bir güzelliği, ayrı bir görüntüsü, ayrı
bir sesi var. Hani bilinen bir terane vardır: “ Dünyada en güzel üç ses nedir? “ verilen cevabı hatırlayalım. “ Para sesi, kadın sesi, su sesi…”
Su sesinin güzel olduğu gerçeğine yürekten katılıyorum,
ancak diğer seslerin tartışılır yanları var. Duruma göre değişen bu değerleri
bir yana bırakıp biz “ su“ yla ilgili imgelere geçelim.
Yeşillikler arasından süzülerek akan bir derenin
şırıltısı, bir dağ başında ıssızlığı bir sürü çağrışımlarla yok eden ya da
ıssızlığı pekiştiren bir çeşmeyi düşünelim. Bunları sevmeyen birini düşünmek
mümkün değil. Bunu sevenlerden biri de Necati Cumalı…
Akan suyu severim
ben
Işıldayan karı
severim.
Bir atasözümüz “akarsu
pislik tutmaz,” diyor. Bu sözün bugün geçerliliğini yitirdiğini
düşünmüyoruz bile. Çünkü bize akan, çağlayan, devinen, duru bir suyu anımsatıyor… Dağ başında bir
çeşme… Kuş seslerine karışan su
şırıltısının çam ağaçlarına fısıldadığı berraklık, şiirle hiç ilgisi olamayana
bile duru dizeler düşündürmez mi?
Derinden derine
ırmaklar ağlar,
Uzaktan uzağa
çoban çeşmesi.
Ey suyun sesinden
anlayan bağlar,
Ne söyler şu dağa
çoban çeşmesi.
Faruk Nafiz Çamlıbel, “su gibi aziz olma”nın, “su
gibi akma”nın, “su katılmamış”lığın,
“suyun başında bulunma”nın görkemini derinden hissetmiş. Ama Attila İlhan, her
şeyin buhar olup dönüşümlere ayak uydurması gerektiğini düşünmüş…
Ölümün içerdiği
hayat
Buhara inkılâp
eden su
Tohum ağaç ve
orman diyor.
Dünyanın en güzel içeceği su… Canlıların en önemli yaşam
kaynağı suyun yokluğunu düşünelim bir an… Belediyelerin bir günlük su kesintisi
için nasıl hazırlık yaptığımızı anımsayalım. Temizliğin ana maddesi, arınmanın
tek koşulu su, bizim ruhsal dengemizde de önemli boşlukları dolduruyor. Onun
için kıymetini bilip Oktay Rifat Horozcu gibi şükredelim:
Boğazından lıkır
mıkır geçen
Şu suyun kıymetini
bil
Nedir ki bu
mavilik deme
Böyle şükreden, aldığı her sağlıklı nefeste renk
çığlıkları atan biri daha var. Bedri Rahmi Eyüboğlu, yani “Reis” ; oğluna
yazdığı bir şiirde coşkusunu, sevgisini, yüreğini olduğu gibi “doğa”nın önüne
seriyor. Doğadaki bütünlüğün yozlaşmalarla bozulduğuna da parmak basıyor şair.
Gözünü sevdiğim
tohum,
Gözünü sevdiğim
toprak
Kılı kırka
yardılar oğul
Suyun sudan
gizlisi kalmadı
Buğdayın macerası
meydanda
Yıldızların sırrı
âşikâr oldu
Dağlarca “ Sular bizden akıllıdır, daha evvel görür
akşamı” diyor. Bir başka şiirinde de Kızılırmak’ın akışını, ağırbaşlı
akışını ve onun felsefesini kuran bir duyarlılığı zamana çekiyor.
Koca Kızılırmak
köpüre köpüre
Akıyordu,
Bir telgraf direği
dibinde
Zamanlar kadar
telaşsız ve köpüksüz
Suların bizden akıllı olduğu gerçeği, insanoğlunun onu
kullanırken daha geniş boyutlu düşünmesini ne yazık ki sağlayamamış. Suyun
gücünden uygarlık adına yapılanlar onun
güzelliğini karatmamalıydı. Kirlenen göller, akarsular, denizler yine kendimize
dönen bumeranglar haline gelmemeliydi.
Böylece oluşturulan uygarlık ve onun birikimleri bizi sulardan, doğadan uzaklaştırmamalıydı.
Bugün de Ahmet Haşim’in dizelerinden uzanan büyüyü yakalayabilmeliydik.
Akşam, yine akşam,
yine akşam
Göllerde bu dem bir
kamış olsam
Acaba sonumuz, Gülten Akın’ın dile getirdiği
yabancılaşmayı yaşayarak, doğanın güzelliğine ve bütünlüğüne sırt çevirmek mi
olacak?
Evleri yüksek
kurdular
Önlerinde uzun
balkon
Sular aşağıda
kaldı
Aşağıda kaldı
ağaçlar
Belki de Hilmi Yavuz’a kulak verip her şeyin tersine
döndüğü acıları bağrımıza basmak en iyisi…
Bir gül göle
düşerse
Göl değil de gül
bulanır