2 Ocak 2012 Pazartesi

Aşkın Yanık Rengi

Her seven
Sevilenin boy aynasıdır                
Sevmek
Sevilenin o aynaya bakmasıdır.
                                    Ö. ASAF

Aşkla ilgili ne çok söz söylenmiş, ne çok şiir yazılmış, ne çok şarkı bestelenmiş, ne çok felsefe üretilmiş.
   
Ne kadar insan varsa o kadar da aşk çeşidi olduğu düşüncesi , bir o kadar da yorum olacağı gerçeğine götürüyor bizi. Ayrılığın, olanaksızlığın, engellerin bol bol beslendiği bir duygu olan aşkın  seçilmiş zamanlarımızın rengiyle bezenerek, bize unutulmaz öyküler sunduğunu da özellikle anımsamak gerekiyor.
     
 Hiçbir şey bizi hüzünlü bir aşk öyküsü kadar çemberine alamaz. Bu öyküleri okurken, dinlerken, düş gücümüzle beslenen en acıklı görüntüleri yaratmakta da  üstümüze yoktur hani... Öyküyle özdeşleşirken kırmızıdan sarıya, mordan yeşile renklerle  sarmaş dolaş oluveririz.Belki de yanık kırmızıda  bir süre dururuz. Sonunda acının rengini bulsak da pembeyi baş tacı etmek için elimizden geleni yapar,  hayallere konan bir kelebek oluruz âdeta.
Bir zamanlar;  gazetenin, radyonun, televizyonun olmadığı dönemlerde, öykü ve roman ihtiyacını sağlayan anlatıların peşinde; anlatılması günlerce, gecelerce süren, âdeta arkası yarın  programlarının üretildiği çağlarda , “halk hikâyecileri” vardı. Bu kişiler, özel yeteneklerle donanmış olarak, dinleyenlerini heyecana gark eden serüvenleri dile getirirlerdi. Bir kere ozan nitelikleri vardı bu kişilerin. Ayrıca güzel konuşurlardı, sözcük dağarcıkları zengindi. Her öyküyü kendilerine özgü anlatımlarıyla güzelleştirirken, düş güçlerinin genişliğini de bu öykülere taşırlardı. Böylece gelişen, büyüyen öyküler; anlatıcılarının beslediği şaheserler olarak, edebiyatımızın önemli bir alanına hizmet eder, yazıya geçirilmeyi beklerdi.

“Aşk,yiğitlik ve eşkıya” hikâyeleri gibi bölümlere ayrılan bu anlatıların oluşumu destanlara benzer. Dede Korkut geleneğini sürdürdüğünü düşündüğümüz bu öykülerde de düzyazı anlatımların arasında - Dede Korkut Öyküleri’nde olduğu gibi -  manzum bölümler vardır. Aslında bunları halk yaratmıştır. Üzerlerine yüzyılların birikimi eklenmiştir. Hatta her öyküye bulunduğu yörenin şivesiyle ilgili eklemeler bile yapılmıştır.

Türkçenin en güzel biçimde kullanıldığı bu öyküler, edebiyatımızın folklorik yönünü güçlendiren çok zengin örneklerdir. Bunların içinde, halkın en çok rağbet ettiği “aşk hikâyeleri” ayrıcalıklı bir yere sahiptir. Leyla ile Mecnun, Kerem ile Aslı, Arzu ile Kamber, Ferhat ile Şirin, Asuman ile Zeycan, Emrah ile Selvihan, Âşık Garip ile Şah Sanem… gibi öykülerdir bunlar.


Böylesine özgün  aşk öyküsü kahramanlarımız varken,gençlerimiz bir kültür yozlaşmasıyla, en büyük aşk olarak herhalde “Romeo ile Jülyet”i biliyorlar.Aslında  Eflatun Cem Güney tarafından derlenen, hatta yeniden yaratılan Âşık Garip’i okusalar, buradaki Türkçenin güzelliğine mutlaka hayran olacaklardır. Gerçi operada, balede, müzikallerde bu ünlü aşk öykülerinden örneklere rastlıyoruz. Ancak bunlar, düz televizyon izleyicisi olan büyük kitleye  ulaşabiliyor mu acaba, diye sormak da yerindedir sanırım.

Bu öykülerin çoğunda “Hak Âşığı” bir erkek kahraman vardır. Rüyasında bir “pîr” gören kahraman , kendisine sunulan “aşk bâde”sini içer. Ayrıca yine rüyasında aşkı peşinde diyar diyar dolaşacağı, dünyalar güzeli sevgilisini de  görür. Onun uğrunda cefalar çeker. Son derecede masum ve duru bir aşk yaşayan sevgililer, engellerle boğuşur durur. Bu arada kahramanlarımızın –özellikle erkek kahramanın- dili çözülür; saz eşliğinde duygularını, acılarını söylerken; köy köy , yöre yöre dolaşır durur. Ezgileri dinleyenlerin  yüreğini dağlar. Türk halkı bu aşklara saygı duyar. Ozan niteliği kazanmış kahramanlar, yüreğinde sevdasıyla  gördüğü güzellikleri dile getirdiği gibi, yaşanan haksızlıkları da ortaya koyar. Gezgin olan Âşık, başka diyarlara ulaştıkça ününü artırarak, kendini bu biçimde kanıtlar.

İşte bu öykülerden biri de “Kerem ile Aslı”dır. Konusuna bir göz atalım isterseniz.
İsfahan Şahı’nın ve hazinedarının çocukları yoktur. Dualar yapılır,dileklerde bulunulur. İki baba, çocukları olursa birbirleriyle evlendirmek üzere anlaşır. Şah’ın bir oğlu olur. Adını “Ahmet Mirza” koyarlar. Bir keşiş olan hazinedarın da bir kızı olur. Adını “Karasultan” koyarlar.
 Keşiş, çocuklar doğmadan önce verdiği sözden caymak için çareler düşünür. Caymak istemesinin nedeni din ayrılığıdır. Kızının öldüğünü söyleyerek Şah’ın hizmetinden ayrılır, üç günlük uzaktaki Zengi Köyü’ne yerleşir.

 Aradan epeyce bir zaman geçer. Çocuklar büyümüştür. Ahmet Mirza, bir gece, rüyasında Karasultan’ın elinden “ aşk badesi” içer.

 Delikanlı bir gün çok yakın arkadaşı Sofu ile beraber ava çıkar. Şahini elinden kurtulup bir bahçeye iner. Onu almak için bahçeye giren delikanlı, orada gergef işleyen bir kız görür. Kızın, rüyasında gördüğü güzel olduğunu anlar. Kızla konuşur. O andan itibaren alevlenen bu sevda, delikanlının adını “Kerem”, kızın adını da “Aslı” yapar.

 Kerem artık yemeden içmeden kesilir. Yaşlı bir kadın aracılığıyla Kerem’in sırrı öğrenilir. Şah oğlunun yüzünü güldürmek için çırpınmaktadır. Şah’ı çiğneyemeyen baba, karar verebilmeleri için, bir süre ister. Bu süre içinde, karısını, kızını alıp onların bulamayacağı bir yere  doğru yola çıkar Keşiş. Kerem de arkadaşı Sofu ile birlikte onların peşine düşer. Artık bundan sonra bir kovalamaca başlar. Kerem’in Aslıhan’ı bulmak için bütün Anadolu’yu baştan başa gezmesi; elinde sazı, dilinde sözü ile bir ozan olması böyle geçekleşir. Her yerde, herkese Aslı’nın izini sorar. Kuşlardan, ceylanlardan, ağaçlardan, dağlardan, çiçeklerden yardım ister. Zaman zaman  onun izini bulur. Ama bulmasıyla kaybetmesi bir olur. Acısı arttıkça aşkı büyür.

 Aslı ile ailesinin Kayseri’de olduklarını öğrenen Kerem, burada Keşiş’in zindancıbaşı, karısının da dişçi olduğunu öğrenir. Diş çektirmek için evlerine gider. Başını Aslı’nın dizine koyup otuz iki dişini de çektirir. Ağzından boşanan kanları silmek için çevresini çıkarınca,  Aslı onun Kerem olduğunu anlar, anasına söyler. Kerem Tanrı’ya yalvarır. Kendi sevgisinin dörtte birinin bu kıza verilmesini ister. Kerem hem bilge hem de keramet sahibidir,duası kabul edilir. Aslı, onun boynuna sarılır, Müslüman olur.

Geceleyin, gizlice Keşiş’in evine gider Kerem. Yakalanır,zindana atılır. Öldürülmek istenmesine kadı fetva vermez.

Kayseri Beyi’nin kızkardeşi Hasene Hanım, Kerem’in bir Hak Âşığı olduğunu kanıtlamak için bir gül bahçesinde kırk tane kızın arasına yırtık pırtık giysiler içindeki Aslı’yı da alır. Kerem, o kadar kızın içinde Aslı’yı hemen tanır. Hasene Hanım, Kayseri Beyi’ni ikna ederek, Aslı’yı Kerem’e almasını sağlamak ister. Fakat Keşiş, Aslı’yı Halep’e kaçırır. Oraya ulaşan Kerem, yakalanarak Paşa’nın huzuruna çıkarılır. Paşa, Kerem’in azatlısıdır.Bunu anlayan Paşa, kızı Kerem’e almak için güçlerini seferber eder.

 Keşiş, çaresizdir, kızı verir. Ancak Aslı’ya büyülü bir giysi hazırlar. Baş başa kalan âşıklar için vuslat zamanıdır. Aslı’nın giysisindeki düğmeleri çözmeye başlayan Kerem, bitmeye iki düğme kala düğmelerin yeni baştan iliklendiğini görür. Büyülü giysinin düğmeleri bir türlü çözülmez. Tan ağarmaya başladığı sırada Kerem, yürekten bir “ah” çeker. Ağzından bir ateş çıkar, tepesinde de dumanlar görünür. Aslı, ateşi söndürmeye çalışır, ama ne mümkün, Kerem kül olur. Paşa Keşiş’i öldürtür. Aslı, Kerem’in külleri başında kırk gün kırk gece bekler. Küller etrafa dağıldıkça saçını süpürge yapıp toplamaya çalışır. Bu arada bir kıvılcımdan saçları tutuşur, cayır cayır yanar,ancak o zaman Aslı’nın külleri Kerem’in küllerine karışarak birleşmelerine olanak sağlar.(1)

Bu öyküden hareketle kullanılan bir deyimimiz vardır: “Yandı Kerem’in arpa tarlası!” Gerçekleşmeyen hayaller, sonuçlanmayan işler, karşılıksız aşklar için kullanılır. Ayrıca tutkunun aşırılığını anlatmak için de “Kerem gibi yanmak”deyimi yaygındır.

Nazım Hikmet ne diyordu “Kerem Gibi şiirinde…

“-Kül olayım / Kerem / gibi / yana / yana
Ben yanmasam / sen yanmasan /
biz yanmasak /          nasıl / çıkar
karanlıklar / aydınlığa”

Aşkla aydınlık kardeştir, ikisinden de güç, ısı ve ışık  yayılır. Hüznün safran sarısına boyansa da etrafımız, terazinin yaşam kefesinde ağır basması, bizim için bir ferahlıktır. Ve böylesi acıların aşkla bezenmiş doğası, bize, geçmişin süzgecinden yayılan bir nefeslik yaşam sevinci sunar. Belki de Sezai Karakoç gibi düşünebiliriz.

Anladım onlar ölmediler
Ölüm adına
Ölüm maskesi takınarak
Dönüştüler bir ışığa.

 ( 1 ) Edebiyat ve Tenkid Sözlüğü (M.N.Özön)

1 yorum:

  1. Sayın Hocam;

    Sizin kuşak öğretmenim sözcüğünü hocama yeğler, bilirim öğretmen çocuğu olarak...

    Ağız alışkanlığı işte :)

    Yazdıklarınıza hızlıca bakabildim,
    şimdilik...

    Emin olun ki daimi okurlarınız bugünden itibaren artı 1 oldu:)))

    Muhtemelen düşünüyorsunuzdur ama haddim olmayarak bir öneride bulunmak isterim...

    Türkiye'nin hala çok fazla sayıda anılarını yazacak öğretmenlere ihtiyacı var...Arada onlara da değinmek nasıl olur ? Ne dersiniz ?

    Hem belki o zaman apak olmuş saçlarınızın her bir teline tutunarak büyümüş yüzlerce çocuğunuzu yeniden anmış, ellerini tutmuş, gözlerinin içine bakmış, akan burunlarını öğretmen mendiliniz ve sevginizle bir kez daha silmiş olursunuz...

    Sevgi, saygı ve hürmetlerimle...

    Murat Örem.../ Ankara...

    YanıtlaSil