3 Haziran 2015 Çarşamba

Sular Bizden Akıllıdır


Toprak, hava, ateş, su… Dört öge, eski deyimle  “anasır-ı Erbaa”… İnsan yaşamının, daha doğrusu canlıların, ana maddeleri… Biri olmazsa topallıyor dünya.  Bir tek halkanın bile kopması, zincirin bütünlüğünü alt üst ediyor.

Bu dört öge. Uygarlıkların kurulmasında  her zaman önemli rol oynuyor. Geçmişi, şimdiyi ve gelecek zamanları  kapsayan geniş bir dairenin dirimsel sonucunu, hep başa dönerek etkiliyor. İlkel insan, mağaradan çıkıp kullandığı aletleri geliştirdiğinde, güvenli yaşamak için, sular üstüne güvenli evler yaparak uygarlık adına önemli bir adım atıyor. “ Su hayattır,” görüşüne böylece “su güvendir,” gibi bir yafta eklemek gerekiyor. Su her zaman güven vermiyor elbette. “ Sel “ gibi bir doğal âfet yaratabiliyor. Mitolojide, neredeyse her ülkenin, her toplumun . her dinin başına gelen bir “tufan” var. Bunlardan birine Donna Rosenberg’in “ Dünya Mitolojisi “ kitabında rastladım. Öykünün bir bölümü şöyle:

“ Aztek Mitolojisi” ne göre beş dünya yaratıldı:   Her birinin kendi güneşi vardı, her dünya yok olduğunda güneşleri de öldü.

İlk dünya yeryüzü güneşiyle aydınlatıldı. Tanrılar, insanların uygunsuz davranışlarına dayanamayıp onları cezalandırıldı. İnsanlarla birlikte güneşleri de yok oldu.

İkinci dünya  havanın güneşiyle aydınlatılmıştı. İnsanlar yine uygunsuz ve bilgelikten uzak davranışlarıyla Tanrıların şimşeklerini çektiler üzerlerine.  Kasırgalar indi yeryüzüne. İnsanlar maymuna dönüştürülürken güneşleri de öldü.

Üçüncü dünya, ateş yağmurunun güneşiyle aydınlatılmıştı. İnsanlar Tanrılara kurban vermeyi reddettikleri için depremler, yanardağlardan fışkıran lavlar, sıcak küller ve başka ateşli ölümlerle cezalandırıldılar. Güneşleri de onlarla birlikte yok oldu.

Dördüncü dünya suyun güneşiyle aydınlatıldı. Büyük Tanrı küllerden bir insan ırkı yarattı. İnsanların açgözlülüğü bitmedi.  Tanrılar onları selle cezalandırdılar. Güneşleri de boğuldu.   
Tanrılar beşinci dünyayı yaratmak için seferber oldular.  Bu dünya “dört “ hareketli beşinci güneşle yaratılacaktı. Karanlıkta bir araya geldiler:  Bu güneş daha önceki “dört öge” den oluşacaktı.    TOPRAK, HAVA, ATEŞ, SU…

Su, H2O, bizim için ne? Çöllerde yaşayanlar için ayrı, kutuplarda yaşayanlar için nasıl bir güç?…
“Çöl” deyince ilk aklımıza gelen sözcük değil mi “ su” ?  Arapça’da su ile ilgili çok sözcük olduğu belirtilir. Bu, suya duyulan büyük özlemin sonucu olsa gerek… Mavera-ün-nehr’den Meopotamya’ya, Nil’in bereketinden, Amazonlar’ın canlı hareketliliğine uzanan bir yaşam kaynağı ancak böyle değer kazanacak; başka türlüsü de düşünülemez.

Bugün hâlâ izleri bulunan  “ Roma su kemerleri ” ; eski İran’ı  bir petek gibi ören , ustalıkla yapılmış yer altı sarnıçları da bu değerin bir göstergesi. Buna Anadolu’daki uygarlıkların bıraktığı “ su “ ile ilgili çeşitli kalıntıları da mutlaka eklemek gerek. Çünkü Anadolu, su potansiyeli bakımından önemli bir güce sahip.

Suyun yaşamsal özelliğinin yanında  ayrı bir güzelliği, ayrı bir görüntüsü, ayrı bir sesi var. Hani bilinen bir terane vardır: “ Dünyada en güzel üç ses nedir? “ verilen cevabı hatırlayalım. “ Para sesi, kadın sesi, su sesi…”

Su sesinin güzel olduğu gerçeğine yürekten katılıyorum, ancak diğer seslerin tartışılır yanları var. Duruma göre değişen bu değerleri bir yana bırakıp biz “ su“ yla ilgili imgelere geçelim.
Yeşillikler arasından süzülerek akan bir derenin şırıltısı, bir dağ başında ıssızlığı bir sürü çağrışımlarla yok eden ya da ıssızlığı pekiştiren bir çeşmeyi düşünelim. Bunları sevmeyen birini düşünmek mümkün değil.  Bunu sevenlerden biri de Necati Cumalı…

Akan suyu severim ben
Işıldayan karı severim.  

Bir atasözümüz “akarsu pislik tutmaz,” diyor. Bu sözün bugün geçerliliğini yitirdiğini düşünmüyoruz bile. Çünkü bize akan, çağlayan, devinen,  duru bir suyu anımsatıyor… Dağ başında bir çeşme…       Kuş seslerine karışan su şırıltısının çam ağaçlarına fısıldadığı berraklık, şiirle hiç ilgisi olamayana bile duru dizeler düşündürmez mi?

Derinden derine ırmaklar ağlar,
Uzaktan uzağa çoban çeşmesi.
Ey suyun sesinden anlayan bağlar,
Ne söyler şu dağa çoban çeşmesi.

Faruk Nafiz Çamlıbel, “su gibi aziz olma”nın, “su gibi akma”nın, “su katılmamış”lığın, “suyun başında bulunma”nın görkemini derinden hissetmiş. Ama Attila İlhan, her şeyin buhar olup dönüşümlere ayak uydurması gerektiğini düşünmüş…

Ölümün içerdiği hayat
Buhara inkılâp eden su
Tohum ağaç ve orman  diyor.

Dünyanın en güzel içeceği su… Canlıların en önemli yaşam kaynağı suyun yokluğunu düşünelim bir an… Belediyelerin bir günlük su kesintisi için nasıl hazırlık yaptığımızı anımsayalım. Temizliğin ana maddesi, arınmanın tek koşulu su, bizim ruhsal dengemizde de önemli boşlukları dolduruyor. Onun için kıymetini bilip Oktay Rifat Horozcu gibi şükredelim:

Boğazından lıkır mıkır geçen
Şu suyun kıymetini bil
Nedir ki bu mavilik deme

Böyle şükreden, aldığı her sağlıklı nefeste renk çığlıkları atan biri daha var. Bedri Rahmi Eyüboğlu, yani “Reis” ; oğluna yazdığı bir şiirde coşkusunu, sevgisini, yüreğini olduğu gibi “doğa”nın önüne seriyor. Doğadaki bütünlüğün yozlaşmalarla bozulduğuna da parmak basıyor şair.

Gözünü sevdiğim tohum,
Gözünü sevdiğim toprak
Kılı kırka yardılar oğul
Suyun sudan gizlisi kalmadı
Buğdayın macerası meydanda
Yıldızların sırrı âşikâr oldu

Dağlarca  “ Sular bizden akıllıdır, daha evvel görür akşamı” diyor. Bir başka şiirinde de Kızılırmak’ın akışını, ağırbaşlı akışını ve onun felsefesini kuran bir duyarlılığı zamana çekiyor.

Koca Kızılırmak köpüre köpüre
Akıyordu,
Bir telgraf direği dibinde
Zamanlar kadar telaşsız ve köpüksüz

Suların bizden akıllı olduğu gerçeği, insanoğlunun onu kullanırken daha geniş boyutlu düşünmesini ne yazık ki sağlayamamış. Suyun gücünden  uygarlık adına yapılanlar onun güzelliğini karatmamalıydı. Kirlenen göller, akarsular, denizler yine kendimize dönen bumeranglar haline  gelmemeliydi. Böylece oluşturulan uygarlık ve onun birikimleri  bizi sulardan, doğadan uzaklaştırmamalıydı. Bugün de Ahmet Haşim’in dizelerinden uzanan büyüyü  yakalayabilmeliydik.

Akşam, yine akşam, yine akşam
Göllerde bu dem bir kamış olsam

Acaba sonumuz, Gülten Akın’ın dile getirdiği yabancılaşmayı yaşayarak, doğanın güzelliğine ve bütünlüğüne sırt çevirmek mi olacak?

Evleri yüksek kurdular
Önlerinde uzun balkon
Sular aşağıda kaldı
Aşağıda kaldı ağaçlar

Belki de Hilmi Yavuz’a kulak verip her şeyin tersine döndüğü acıları bağrımıza basmak en iyisi…

Bir gül göle düşerse

Göl değil de gül bulanır

Resim: kaynak

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder