7 Aralık 2011 Çarşamba

Can İpinin Kopması

Günlük kaygılarımız,hırslarımız yüzünden koşuştururken, etrafımızdaki bin bir güzelliği çoğu zaman fark etmeyiz. Kendimizle ilgili, çevremizle ilgili sorunlarımız baş köşeye oturduğu zaman,  biz âdeta inanılmaz bir körlük içinde yaşarız. Hatta hep yakınırız “ Yirmi dört saat bana yetmiyor. ” diye.


Bir gün, çok sevdiğimiz, ayrılığına dayanamayacağımız birinin ölümüyle karşılaşırız. İnanamayız. Çünkü onun yaşantımızdaki yeri, öylesine güvenliğimizi sağlamıştır ki yokluğuyla neredeyse sudan çıkmış balığa döneriz. Onunla yaşayabileceğimiz güzellikleri ertelediğimiz için, içimiz yangın yerine döner. “Keşke ”ler ortasında bunalırız. Hiçbir zaman bu yok oluşa  hazırlanmamış bir insan olduğumuzu anlarız. Hemen o an, o dakika,  o saat ya da o gün, diğer sevdiklerimize nasıl zaman ayıracağımızın planlarını yaparız. Oysa, heyhat, bu zamanlar; yaşamımızın kısacık dilimlerini kapsar. Sonra yine “aynı minval üzre ” yaşamaya devam ederiz.

Bu, yalnız sevdiklerimizle ilgili değildir. Kişiliğimize ya da yapımıza bağlı olarak aynı şeyleri kendimiz için de uygularız. Sonuç yine aynıdır. Bunlardan hep üzüntü duyarız, ama  bir türlü yapacaklarımıza “öncelikli sıralama”yı sağlayamayız.

“Ölüm gerçeği ” insanı yüzyıllarca düşündürmüş. Dinlerin felsefesinde önemli bir yer tutmuş. Her canlıya biçilen ömür denen sürecin doğal bir sonucu olarak, bütün toplumlarda; acılardan, geleneksel törenlere uzanan bir dizi anlayış, bunların sonucu olarak da değişik   inançlar oluşmuş. “Hiç ölmeyecekmiş gibi bu dünya için, yarın ölecekmiş gibi öteki dünya için çalışmak ” öğütlenmiş. Öteki dünya insanı sürekli meşgul etmiş. Ölüm düşüncesi belki de korkuların en dehşetlisi olmuş. Bazen de bu dünyanın ağır yükünden kurtulmanın tek çaresi olmuş.

Çelişkiler insanın peşini bir türlü bırakmıyor görüldüğü gibi. Ölümle ilgili, varlık-yokluk fikrini, insanı rahatlatan çözümleri herhalde en çarpıcı şairler anlatmıştır.  Bunlara bir göz atarsak, hiç aklımıza gelmeyen ilginç bakış açılarını yakalayabiliriz belki. Belki de böylece ölümle ilgili izlenimlerimiz değişebilir, daha sakin düşünmemizi sağlayabilir.
 “ Mevsim ne olursa olsun
Kapın vurulur ansızın
Tükenir cümle korkular
Düşer göklerden yıldızın. ”
Ölümün her insanı eşit kıldığını Karacaoğlan gibi anlatmak mümkün.
“ Ağa olsa paşa olsa beğ olsa / Yakasız gömleğe sarılır bir gün ” Bu, öylesine doğaldır ki yaşamak gibidir sanki. Seyrani’nin “ Can ipini ten yününden / Saran kirmen ular bir gün / Sulu yalçınlar önünden / Açılan gül solar bir gün ” deyişiyle de örtüşür. Yahya Kemal Beyatlı’nın “ Yaprak nasıl düşerse akıp kaybolan suya / Ruh öyle yollanır uyanılmaz uykuya. ” dizeleriyle  de doğal bir ortaklık  kurar.

Her ölüm erkendir. Beklenmez. Bu yüzden şaşırtıcıdır. Daha doğrusu,  umut son ana kadar devam eder. İnanılmazlık, beklentilerin önüne geçtiğinde yıkılır insan.
      
İlhan Geçer “ Mevsim ne olursa olsun / Kapın vurulur ansızın /Tükenir cümle korkular / Düşer göklerden yıldızın. ” derken, her insanın gökte yıldızı olduğu inancını, ansızın gelen ölümlerin acısını, beklenmezliği ne güzel anlatıyor! Necip Fazıl Kısakürek “ Hüküm yazılıyken kara tahtada / İnsan yine çare arar ecele. ”diyor.

Alınyazısı karşısında aramaktan vazgeçemiyor insan… “Ölümün en büyük ganimeti biziz, / Bizim en son şarkımız ölüm.” diyen Şinasi Özdenoğlu, hayatı olumlu bir biçimde  sona erdirmek  görevini de anımsatıyor.

Ya yakın bir dostumuzun ölümünü, çok uzak bir havadisle almak, bizi ne hale sokar, düşündünüz mü? İşte bunu da Ziya Osman Saba’dan öğreniyoruz. “Bir yaprak dökümüdür dört yandan / Bir dostun, seninle ağlamış, gülmüş, / Bir sabah gazeteyi açarsın ki: / Ölmüş !”

Nurullah Genç ölümü şöyle tanımlamış: “birine ilkbahar olan / diğerine kanlı kar tanesidir / ölüm
ki :kaçınılamayan / ölüm ki: yapayalnız / kafdağı’nda bir anka’nın sesidir. ”

Bu dünyadan göçen kişi ne hisseder, bilemiyoruz. Ancak acıyı çeken yine de arkada kalanlar olur. “Gidenlere öldü diye ağlarız / Aslında geride kalanlar ölür ”diyor A.İnal. Bunu destekleyen M.R.Şirin’in dizeleri. “babam öldü / koptu çalar saatin gergin yayı / babasız evlerde / kim susturacak / çığlıktan doğan fırtınayı ” Annenin, babanın izleri, yaşımız kaç olursa olsun, derin etkisinden kurtulamadığımız, varlığımızın en temel    
duygu birikimleridir.Abdülkadir Budak da bunu anlatıyor. “Beni bir yol kıyısında ölü buldular / Soğuyan alnımda annemin eli / Son sorum şu olmuştu, anımsıyorum / -Annem benden önce ölmemiş miydi? ”       
      
Bir de “ölmeden ölmek” var ki; kederi, elemi lokma yapıp yutamadığımız bir şey olur yaşamak. “Ölmek değildir ömrümüzün en feci işi /  Müşkil olan budur ki ölmeden evvel ölür kişi. “ derken Yahya Kemal acaba bizim düşündüklerimizden başka neleri kastetmiştir ?

Kim olursa olsun, genç birinin ölümü bizi çok etkiler. Çocuklarından sonraya kalan anneler, babalar;  yavrusunun yüreğindeki durmadan katlanan özlemiyle yanar durur. İnsan sevgisinin en güzel örneklerini veren Yunus Emre de bu acıyı 13.yüzyıldan günümüze aynı sıcaklığı, tazeliği koruyarak getirmiş. “ Bu dünyada bir nesneye /Yanar içim göynür özüm / Yiğit iken ölenlere / Gök ekini biçmiş gibi ” Gençlerin ölümüne daha gerçekçi bir yaklaşımı, Dadaloğlu’nun  dilimize persenk olmuş şu dörtlüğünde bulmak, belki de içimize biraz su serpebilir. “ Dadaloğlu yarın kavga kurulur / Öter tüfek davlumbazlar vurulur / Nice Koçyiğitler yere serilir / Ölen ölür kalan sağlar bizimdir ”

Ölüm düşüncesiyle  birlikte, ölüm korkusu da koşarak girer içimize. Yaşamak ne kadar doğal bir şeyse, ölüm de öylesine doğal kabul edilmeli uzmanlara göre. Bir öteki dünya varlığı, bu dünyada bütün hesapların nesnel biçimde ortaya konacağı düşüncesi rahatlatır bizi. “ Ten fanidir can ölmez / Ölenler geri gelmez / Ölür ise ten ölür / Canlar ölesi değil ”diyen Yunus “ Ölümden ne korkarsın / Korkma ebedi varsın “ dizeleriyle dinginlik dolu bir iç dünya sunarak bizi rahatlatıyor.

Geride kalanlar nedir peki? Hoş anılar… İnsanlığa hizmet… İyilikler… Esprili anekdotlar… Sedat Umran’a göre  geride kalanlar biraz somutlaşıyor. “ Ben ölüyüm / eldivenlerimde  kaldı sıcaklığı ellerimin, / gözlerimdeki korku aynalarda; / gülüşümden uçurtmalar yaptınız ama uçuramadınız / sevincinizin göklerinde. ”

Ölüm bir avcı. Kuşku ve pişmanlık içinde geçireceğimiz bir hayat, bize neler sunabilir? Erdem kabul ettiğimiz iyilik, doğruluk, alçak gönüllülük, mertlik, dürüstlük ilkelerini temel yaşam felsefesi olarak alırsak, bu dünyayı cehennem olmaktan kurtarabilir miyiz? Ayrıca öteki dünyadaki hesabımızın da temiz çıkması için bir çaba göstermeyecek miyiz? Soruların, sorgulamaların ucu bucağı yok.

İyisi mi biz, biraz mizaha bulaşalım. Çünkü mizah, her şeyi güzelleştirir. Ölüme de bu açıdan bakabiliriz. “ Ölüm, / Sen beni aldatamazsın, / Aklımda! ” diyebiliriz Behçet Necatigil gibi. Kolay uygulanacak vasiyetler bırakabiliriz arkamızda. Âşık Veysel gibi. “ Can kafeste durmaz uçar / Dünya bir han konan göçer / Ay dolanır yıllar geçer / Dostlar beni hatırlasın ”  diyebiliriz.
 
Ölüm korkusunu en çok işleyenlerden biri olan Cahit Sıtkı Tarancı gibi, ölüm korkumuzu yaşama sevinciyle bezeyerek yüceltebiliriz. “ Öldük, ölümden bir şeyler umarak, / Bir büyük boşlukta bozuldu büyü. / Nasıl hatırlamazsın o türküyü, / Gök parçası, dal demeti, kuştüyü, / Alıştığımız bir şeydi
yaşamak. ”

Ölünce kirlerimizden temizlenir...
Yusuf Ziya Ortaç gibi de düşünebilirsiniz. Yeniden doğadan fışkırarak…” Bir gün basacak beni de / Göğsüne anne toprak / Görecekler ellerimi / Bir çınarda yaprak yaprak ” Bu, yaşama sevinciyle dolu hüzne Turgut Uyar’ı da ortak edebilirsiniz. “Ölüm insanlar içindir / Uzak yakın er geç olacak / Bari bir mayıs sabahı olsa Tanrı’m / Erikler çiçekteyken kucak kucak ” Ama ölümü bir arınma olarak da düşünmek olası…. Orhan Veli Kanık gibi… “Ölünce kirlerimizden temizlenir, / Ölünce biz de iyi adam oluruz; / Şöhretmiş, kadınmış, para hırsıymış, / Hepsini unuturuz.”

Ölümle yaşam iç içe. Ölümü iyi bir misafir gibi karşılayamıyoruz doğal olarak. Sürekli özbenliğimizi ortaya koymak çabası içinde, varlığımızın kalıcılığını somutlaştırmak uğruna gecemiz gündüzümüze karışırken, “takdir-i İlahi” nin karşımıza çıkardığı Azrail’e, Deli Dumrul gibi “Bre sen de kimsin?” demek ancak Dede Korkut’ta mümkündür. Hayatın gerçeği buysa, onu ruhumuza çeki düzen vermek için bir fırsat kabul etmeliyiz. Bizim modern Deli Dumrul’umuz Can Baba gibi, çılgın bir sevgi  yüküyle karşılamalıyız hem yaşamı hem de ölümü
” Badem çırparcasına olacak ölümüm Azalarım dökülecek toprağa
Yine ben toplayacağım sepete ”         

Suyu Çekilen Yaz

Her mevsimin bir kokusu,bu kokuyla bütünleşen ayrı bir tadı vardır.

Sonbahar;ayva,elma kokusunu-bu, evlerde depolanan ayva ,elma kokusudur-toprağa düşen yağmur damlalarıyla oluşan “toprak kokusu”nu anımsatıyor bana.Bir de Cahit Sıtkı Tarancı’dan ”Ayva sarı nar kırmızı sonbahar”dizesini sonbaharla birlikte dilime pelesenk ediyorum.
Kış; portakal kokusunu,daha doğrusu narenciyenin bilumum çeşitlerini savurarak yerleşiyor yüreğimize.İçimizi ısıtan sıcak çorbaların kokusu ile birlikte, yemek kültürümüzü yansıtan tatlar da buna ekleniyor.Yağmurlar,kar manzaralarının büyülü güzellikleri bunlarla harmanlanıp farklı imgelere dönüşüyor.

İlkbahar;leylak kokusu,menekşe kokusu,nergis kokusudur benim için.Meyve çiçeklerinin kokusudur. ”Meyve çiçekleri”deyince bir an durup Rıza Polat Akkoyunlu’yu düşünüyorum. ”Güneyden geliyorum,/ Güneyden…/ Saçlarımda portakal,/ Ellerimde/ Limon çiçeklerinin kokusu.” Bu dizeler tarih anlatıyor.Belki bir süre sonra “Bu limon çiçeği kokusu da neymiş?”denilecek.Oysa bütün Mersin’i bürüyen bu koku hep sürmeli.Çünkü Mersin’imizin hafızalara kazınan en büyüleyici özelliklerinden biri de bu koku.

Yaz; güneş,deniz,yosun kokusudur kimilerine göre. Güneşte yanmış asfalt kokusudur belki de. Kiraz, şeftali, kayısı, kavun-karpuz kokusu ve tadıdır yaz.Her nesnenin,her şeyin güneşte yanmış bir kokusu vardır ki yazı unutulmaz  kılar.

Yaz; güneş ve denizle birlikte düşünülür.Çünkü “yaz tatili”kavramı güneş ve denizin ayrılmaz ikili olduğunu derinden hissettirir bize.Yılın en sıcak mevsimi olan yaz,93 gün 15 saat sürüyormuş. Yaşam kaynağımız güneşin de dört milyar yıl ömrü kalmış.Bunaltıcı sıcaklar yaşadığımız yaz aylarında güneşin ömrünü filan düşünmüyoruz doğrusu. Serinlemek için yapay yollara başvururken, bu yapaylıkların bir bedeli olacağı da aklımıza  takılıp kalıyor.Oysa bilimsel araştırmalar ve çalışmalar; sellerle, kuraklıklarla  dolu bir geleceğin bizi beklediğini ortaya koyuyor.Sanayi devrimi ile başlayan atmosferdeki değişmeler ivme kazanarak devam ediyor.Sera gazlarının ve karbondioksitin artmasıyla iklimler değişeceği gibi, artan kuraklıkla beraber, insan ve canlı yaşamı da altüst olacak.

Tatil kavramının yazla birleşmesi, içimizde sayısız çoşkular da yaratır. Coşkularımız hızını en çok denizden alır.Dörtte üçü suyla kaplı mavi gezegenimizin bize tattırdığı en önemli zevklerden biridir,denizle kucaklaşmak. Dalgalara atılıp bedenimizi kuşatan bu serinlikle- her yaşta bir çocuk olarak- haşir neşir olmak kimin hoşuna gitmez ki?

Bu kadar uzun bir sahil şeridine sahip olup da “Denize girmek için Taşucu’na kadar gitmek gerek.” diyen, daha doğrusu demek zorunda kalan, bir toplum olmaktan siz de utanıyorsunuzdur mutlaka.    

Dostumuz yaz,çocuklarımız için bir şenliktir.Çünkü öncelikle “yaz tatili” kavramıyla ve okullar kapalı olduğu için bir şenliktir.Sonra oyunların doyulmaz lezzetini saate bakmadan yaşamak şansı yarattığı için bir şenliktir.Ayrıca denizin, havuzun,ağacın,taşın,bitmez tükenmez eğlencelerin doğmaca yaşandığı bir mevsim olduğu için de bir şenliktir.Aslında yaz,çocukların suyla bütünleştiği bir mevsimdir. Ve de en çok bunun için bir şenliktir.

Biz su-sever bir toplumuz.Temizlikle ilgili eğitim eksikliğimiz olsa bile sudan,su kenarlarından vazgeçemeyiz.Orta Asya’da bütün mahlukat“Su!Su!”diye çığrıştığında ,yüklemişiz denklerimizi,sulak yerlere doğru yola çıkmışız.Deniz bulmuşuz,dere bulmuşuz,göl bulmuşuz,kenarlarına  konmuşuz,göçebe olsak da.Bulunduğumuz yerlere “sahibülhayrat” çeşmeler yaptırmışız.Gelen geçen bu sulardan içsin,çeşmeyi yaptırana hayır dualar etsin diye.

Su kenarlarından söz edince yaz sıcağının  cehennemi halini düşünüyorum. Yaz sıcağı dağa taşa hükmedeli ağzımızın tadı kaçtı.Öteki yarıküredeki serinliğe imreniyoruz.Oysa onlar da sellerle, tayfunlarla boğuşuyor.

Yazla birlikte gündeme “küt” diye oturan bir su sorunu var ki  hepimizi kara kara düşündürmekte.Çünkü biliyoruz ki su gibi akan zamanın pençesindeyiz.Mavi küremiz de bizim pençemizde.Artık mevsimlerin eski mevsimler olmayacağı su götürmez bir gerçek.Biz,insanoğlu,yine de su katılmamış vahşetimize yenilerini eklemeye devam ediyoruz.Bir yandan da içimize su serpecek çarelerin peşine düşüyoruz. Düşeceğiz elbette.Ama vahşetimizi de bir hayli sınırlandırmamız gerekiyor.

Bugünlerde susuzluktan kırılan kentlerin dramını gözlemekteyiz.Suyun başında olduğumuzu varsayarak,sıranın bize gelmeyeceğini hayal edebiliriz.Öyle olsa bile, susuzluk korkumuzu yok etmek olanaksız.Çünkü insanoğlunun su katılmamış aymazlığı var ortada.”Suyu görmeden paçaları sıvamayın.” diyorsanız,suların çoktan karardığını bilmenin bile bir şey ifade etmediğini acı acı gülerek, çok yakında anlayacağız . Ahvalimiz “sudan çıkmış balığa dönmek.” Gemi su alıyor.Biz elimizden gelen olumlu katkıları sağlayalım ki emeğimiz geçsin, emeğimizin kıymetini bilelim.Dünyamızı yaşanası kılalım böyle böyle.

Hayatımızı boydan boya kuşatan suyun yok olacağını düşünmek bile tüyler ürpertici. Musluğu açıp suyun akışını izlerken bunu düşünüyorum.Düşünmekten öte,bir gün onsuz kalacağımız dehşetiyle irkiliyorum.

Şikâyetçi olan kim?Biz…Suyu bulandıran  kim?Biz…Hepimiz çevreciliğimizi masaya yatırıp,suyunu çekmek üzere olan kaynaklarımızı tutumlu kullanmanın yollarını aramalıyız.Ve bu yolları mutlaka ve mutlaka çocuklarımıza da öğretmeliyiz.

Petrol savaşlarının su savaşlarına dönmesi yakın.Köylerimizde tarla ,arazi savaşımlarının su savaşımlarıyla da  yoğunlaştığını hepimiz medyadan biliriz. Hatta yağmur duaları için yollara çıkan insanımızın bazen olmadık nedenlerle  birbirine düşmesini de gözlemlemişizdir. Can Yücel’in “Islak Öykü”şiirinde bu,nasıl güzel dile getirilmiş!Çelişkilerimizi bu şiirden daha güzel anlatacak başka şiir bulamazsınız. Hem acıklı hem komik… Sonu böyle biten öyküler yaşanmasın desek bile,insanın yaratılıştan gelen özelliğini göz ardı edemeyiz… Suyumuz ısınmadan bu su’lu  öyküye kulak verelim mi?

Yağmur duasına çıkmış köylüler
Abdest alıp
Göğe el açıp
Yedi rekât namaz kılmışlar
Üç keçi kesmişler sonra
Sana fazla düştü bana az diye
Cıngar çıkmış aralarında
Tabancalar patlamış
Candarma yağmış üstlerine