7 Aralık 2011 Çarşamba

Can İpinin Kopması

Günlük kaygılarımız,hırslarımız yüzünden koşuştururken, etrafımızdaki bin bir güzelliği çoğu zaman fark etmeyiz. Kendimizle ilgili, çevremizle ilgili sorunlarımız baş köşeye oturduğu zaman,  biz âdeta inanılmaz bir körlük içinde yaşarız. Hatta hep yakınırız “ Yirmi dört saat bana yetmiyor. ” diye.


Bir gün, çok sevdiğimiz, ayrılığına dayanamayacağımız birinin ölümüyle karşılaşırız. İnanamayız. Çünkü onun yaşantımızdaki yeri, öylesine güvenliğimizi sağlamıştır ki yokluğuyla neredeyse sudan çıkmış balığa döneriz. Onunla yaşayabileceğimiz güzellikleri ertelediğimiz için, içimiz yangın yerine döner. “Keşke ”ler ortasında bunalırız. Hiçbir zaman bu yok oluşa  hazırlanmamış bir insan olduğumuzu anlarız. Hemen o an, o dakika,  o saat ya da o gün, diğer sevdiklerimize nasıl zaman ayıracağımızın planlarını yaparız. Oysa, heyhat, bu zamanlar; yaşamımızın kısacık dilimlerini kapsar. Sonra yine “aynı minval üzre ” yaşamaya devam ederiz.

Bu, yalnız sevdiklerimizle ilgili değildir. Kişiliğimize ya da yapımıza bağlı olarak aynı şeyleri kendimiz için de uygularız. Sonuç yine aynıdır. Bunlardan hep üzüntü duyarız, ama  bir türlü yapacaklarımıza “öncelikli sıralama”yı sağlayamayız.

“Ölüm gerçeği ” insanı yüzyıllarca düşündürmüş. Dinlerin felsefesinde önemli bir yer tutmuş. Her canlıya biçilen ömür denen sürecin doğal bir sonucu olarak, bütün toplumlarda; acılardan, geleneksel törenlere uzanan bir dizi anlayış, bunların sonucu olarak da değişik   inançlar oluşmuş. “Hiç ölmeyecekmiş gibi bu dünya için, yarın ölecekmiş gibi öteki dünya için çalışmak ” öğütlenmiş. Öteki dünya insanı sürekli meşgul etmiş. Ölüm düşüncesi belki de korkuların en dehşetlisi olmuş. Bazen de bu dünyanın ağır yükünden kurtulmanın tek çaresi olmuş.

Çelişkiler insanın peşini bir türlü bırakmıyor görüldüğü gibi. Ölümle ilgili, varlık-yokluk fikrini, insanı rahatlatan çözümleri herhalde en çarpıcı şairler anlatmıştır.  Bunlara bir göz atarsak, hiç aklımıza gelmeyen ilginç bakış açılarını yakalayabiliriz belki. Belki de böylece ölümle ilgili izlenimlerimiz değişebilir, daha sakin düşünmemizi sağlayabilir.
 “ Mevsim ne olursa olsun
Kapın vurulur ansızın
Tükenir cümle korkular
Düşer göklerden yıldızın. ”
Ölümün her insanı eşit kıldığını Karacaoğlan gibi anlatmak mümkün.
“ Ağa olsa paşa olsa beğ olsa / Yakasız gömleğe sarılır bir gün ” Bu, öylesine doğaldır ki yaşamak gibidir sanki. Seyrani’nin “ Can ipini ten yününden / Saran kirmen ular bir gün / Sulu yalçınlar önünden / Açılan gül solar bir gün ” deyişiyle de örtüşür. Yahya Kemal Beyatlı’nın “ Yaprak nasıl düşerse akıp kaybolan suya / Ruh öyle yollanır uyanılmaz uykuya. ” dizeleriyle  de doğal bir ortaklık  kurar.

Her ölüm erkendir. Beklenmez. Bu yüzden şaşırtıcıdır. Daha doğrusu,  umut son ana kadar devam eder. İnanılmazlık, beklentilerin önüne geçtiğinde yıkılır insan.
      
İlhan Geçer “ Mevsim ne olursa olsun / Kapın vurulur ansızın /Tükenir cümle korkular / Düşer göklerden yıldızın. ” derken, her insanın gökte yıldızı olduğu inancını, ansızın gelen ölümlerin acısını, beklenmezliği ne güzel anlatıyor! Necip Fazıl Kısakürek “ Hüküm yazılıyken kara tahtada / İnsan yine çare arar ecele. ”diyor.

Alınyazısı karşısında aramaktan vazgeçemiyor insan… “Ölümün en büyük ganimeti biziz, / Bizim en son şarkımız ölüm.” diyen Şinasi Özdenoğlu, hayatı olumlu bir biçimde  sona erdirmek  görevini de anımsatıyor.

Ya yakın bir dostumuzun ölümünü, çok uzak bir havadisle almak, bizi ne hale sokar, düşündünüz mü? İşte bunu da Ziya Osman Saba’dan öğreniyoruz. “Bir yaprak dökümüdür dört yandan / Bir dostun, seninle ağlamış, gülmüş, / Bir sabah gazeteyi açarsın ki: / Ölmüş !”

Nurullah Genç ölümü şöyle tanımlamış: “birine ilkbahar olan / diğerine kanlı kar tanesidir / ölüm
ki :kaçınılamayan / ölüm ki: yapayalnız / kafdağı’nda bir anka’nın sesidir. ”

Bu dünyadan göçen kişi ne hisseder, bilemiyoruz. Ancak acıyı çeken yine de arkada kalanlar olur. “Gidenlere öldü diye ağlarız / Aslında geride kalanlar ölür ”diyor A.İnal. Bunu destekleyen M.R.Şirin’in dizeleri. “babam öldü / koptu çalar saatin gergin yayı / babasız evlerde / kim susturacak / çığlıktan doğan fırtınayı ” Annenin, babanın izleri, yaşımız kaç olursa olsun, derin etkisinden kurtulamadığımız, varlığımızın en temel    
duygu birikimleridir.Abdülkadir Budak da bunu anlatıyor. “Beni bir yol kıyısında ölü buldular / Soğuyan alnımda annemin eli / Son sorum şu olmuştu, anımsıyorum / -Annem benden önce ölmemiş miydi? ”       
      
Bir de “ölmeden ölmek” var ki; kederi, elemi lokma yapıp yutamadığımız bir şey olur yaşamak. “Ölmek değildir ömrümüzün en feci işi /  Müşkil olan budur ki ölmeden evvel ölür kişi. “ derken Yahya Kemal acaba bizim düşündüklerimizden başka neleri kastetmiştir ?

Kim olursa olsun, genç birinin ölümü bizi çok etkiler. Çocuklarından sonraya kalan anneler, babalar;  yavrusunun yüreğindeki durmadan katlanan özlemiyle yanar durur. İnsan sevgisinin en güzel örneklerini veren Yunus Emre de bu acıyı 13.yüzyıldan günümüze aynı sıcaklığı, tazeliği koruyarak getirmiş. “ Bu dünyada bir nesneye /Yanar içim göynür özüm / Yiğit iken ölenlere / Gök ekini biçmiş gibi ” Gençlerin ölümüne daha gerçekçi bir yaklaşımı, Dadaloğlu’nun  dilimize persenk olmuş şu dörtlüğünde bulmak, belki de içimize biraz su serpebilir. “ Dadaloğlu yarın kavga kurulur / Öter tüfek davlumbazlar vurulur / Nice Koçyiğitler yere serilir / Ölen ölür kalan sağlar bizimdir ”

Ölüm düşüncesiyle  birlikte, ölüm korkusu da koşarak girer içimize. Yaşamak ne kadar doğal bir şeyse, ölüm de öylesine doğal kabul edilmeli uzmanlara göre. Bir öteki dünya varlığı, bu dünyada bütün hesapların nesnel biçimde ortaya konacağı düşüncesi rahatlatır bizi. “ Ten fanidir can ölmez / Ölenler geri gelmez / Ölür ise ten ölür / Canlar ölesi değil ”diyen Yunus “ Ölümden ne korkarsın / Korkma ebedi varsın “ dizeleriyle dinginlik dolu bir iç dünya sunarak bizi rahatlatıyor.

Geride kalanlar nedir peki? Hoş anılar… İnsanlığa hizmet… İyilikler… Esprili anekdotlar… Sedat Umran’a göre  geride kalanlar biraz somutlaşıyor. “ Ben ölüyüm / eldivenlerimde  kaldı sıcaklığı ellerimin, / gözlerimdeki korku aynalarda; / gülüşümden uçurtmalar yaptınız ama uçuramadınız / sevincinizin göklerinde. ”

Ölüm bir avcı. Kuşku ve pişmanlık içinde geçireceğimiz bir hayat, bize neler sunabilir? Erdem kabul ettiğimiz iyilik, doğruluk, alçak gönüllülük, mertlik, dürüstlük ilkelerini temel yaşam felsefesi olarak alırsak, bu dünyayı cehennem olmaktan kurtarabilir miyiz? Ayrıca öteki dünyadaki hesabımızın da temiz çıkması için bir çaba göstermeyecek miyiz? Soruların, sorgulamaların ucu bucağı yok.

İyisi mi biz, biraz mizaha bulaşalım. Çünkü mizah, her şeyi güzelleştirir. Ölüme de bu açıdan bakabiliriz. “ Ölüm, / Sen beni aldatamazsın, / Aklımda! ” diyebiliriz Behçet Necatigil gibi. Kolay uygulanacak vasiyetler bırakabiliriz arkamızda. Âşık Veysel gibi. “ Can kafeste durmaz uçar / Dünya bir han konan göçer / Ay dolanır yıllar geçer / Dostlar beni hatırlasın ”  diyebiliriz.
 
Ölüm korkusunu en çok işleyenlerden biri olan Cahit Sıtkı Tarancı gibi, ölüm korkumuzu yaşama sevinciyle bezeyerek yüceltebiliriz. “ Öldük, ölümden bir şeyler umarak, / Bir büyük boşlukta bozuldu büyü. / Nasıl hatırlamazsın o türküyü, / Gök parçası, dal demeti, kuştüyü, / Alıştığımız bir şeydi
yaşamak. ”

Ölünce kirlerimizden temizlenir...
Yusuf Ziya Ortaç gibi de düşünebilirsiniz. Yeniden doğadan fışkırarak…” Bir gün basacak beni de / Göğsüne anne toprak / Görecekler ellerimi / Bir çınarda yaprak yaprak ” Bu, yaşama sevinciyle dolu hüzne Turgut Uyar’ı da ortak edebilirsiniz. “Ölüm insanlar içindir / Uzak yakın er geç olacak / Bari bir mayıs sabahı olsa Tanrı’m / Erikler çiçekteyken kucak kucak ” Ama ölümü bir arınma olarak da düşünmek olası…. Orhan Veli Kanık gibi… “Ölünce kirlerimizden temizlenir, / Ölünce biz de iyi adam oluruz; / Şöhretmiş, kadınmış, para hırsıymış, / Hepsini unuturuz.”

Ölümle yaşam iç içe. Ölümü iyi bir misafir gibi karşılayamıyoruz doğal olarak. Sürekli özbenliğimizi ortaya koymak çabası içinde, varlığımızın kalıcılığını somutlaştırmak uğruna gecemiz gündüzümüze karışırken, “takdir-i İlahi” nin karşımıza çıkardığı Azrail’e, Deli Dumrul gibi “Bre sen de kimsin?” demek ancak Dede Korkut’ta mümkündür. Hayatın gerçeği buysa, onu ruhumuza çeki düzen vermek için bir fırsat kabul etmeliyiz. Bizim modern Deli Dumrul’umuz Can Baba gibi, çılgın bir sevgi  yüküyle karşılamalıyız hem yaşamı hem de ölümü
” Badem çırparcasına olacak ölümüm Azalarım dökülecek toprağa
Yine ben toplayacağım sepete ”         

Suyu Çekilen Yaz

Her mevsimin bir kokusu,bu kokuyla bütünleşen ayrı bir tadı vardır.

Sonbahar;ayva,elma kokusunu-bu, evlerde depolanan ayva ,elma kokusudur-toprağa düşen yağmur damlalarıyla oluşan “toprak kokusu”nu anımsatıyor bana.Bir de Cahit Sıtkı Tarancı’dan ”Ayva sarı nar kırmızı sonbahar”dizesini sonbaharla birlikte dilime pelesenk ediyorum.
Kış; portakal kokusunu,daha doğrusu narenciyenin bilumum çeşitlerini savurarak yerleşiyor yüreğimize.İçimizi ısıtan sıcak çorbaların kokusu ile birlikte, yemek kültürümüzü yansıtan tatlar da buna ekleniyor.Yağmurlar,kar manzaralarının büyülü güzellikleri bunlarla harmanlanıp farklı imgelere dönüşüyor.

İlkbahar;leylak kokusu,menekşe kokusu,nergis kokusudur benim için.Meyve çiçeklerinin kokusudur. ”Meyve çiçekleri”deyince bir an durup Rıza Polat Akkoyunlu’yu düşünüyorum. ”Güneyden geliyorum,/ Güneyden…/ Saçlarımda portakal,/ Ellerimde/ Limon çiçeklerinin kokusu.” Bu dizeler tarih anlatıyor.Belki bir süre sonra “Bu limon çiçeği kokusu da neymiş?”denilecek.Oysa bütün Mersin’i bürüyen bu koku hep sürmeli.Çünkü Mersin’imizin hafızalara kazınan en büyüleyici özelliklerinden biri de bu koku.

Yaz; güneş,deniz,yosun kokusudur kimilerine göre. Güneşte yanmış asfalt kokusudur belki de. Kiraz, şeftali, kayısı, kavun-karpuz kokusu ve tadıdır yaz.Her nesnenin,her şeyin güneşte yanmış bir kokusu vardır ki yazı unutulmaz  kılar.

Yaz; güneş ve denizle birlikte düşünülür.Çünkü “yaz tatili”kavramı güneş ve denizin ayrılmaz ikili olduğunu derinden hissettirir bize.Yılın en sıcak mevsimi olan yaz,93 gün 15 saat sürüyormuş. Yaşam kaynağımız güneşin de dört milyar yıl ömrü kalmış.Bunaltıcı sıcaklar yaşadığımız yaz aylarında güneşin ömrünü filan düşünmüyoruz doğrusu. Serinlemek için yapay yollara başvururken, bu yapaylıkların bir bedeli olacağı da aklımıza  takılıp kalıyor.Oysa bilimsel araştırmalar ve çalışmalar; sellerle, kuraklıklarla  dolu bir geleceğin bizi beklediğini ortaya koyuyor.Sanayi devrimi ile başlayan atmosferdeki değişmeler ivme kazanarak devam ediyor.Sera gazlarının ve karbondioksitin artmasıyla iklimler değişeceği gibi, artan kuraklıkla beraber, insan ve canlı yaşamı da altüst olacak.

Tatil kavramının yazla birleşmesi, içimizde sayısız çoşkular da yaratır. Coşkularımız hızını en çok denizden alır.Dörtte üçü suyla kaplı mavi gezegenimizin bize tattırdığı en önemli zevklerden biridir,denizle kucaklaşmak. Dalgalara atılıp bedenimizi kuşatan bu serinlikle- her yaşta bir çocuk olarak- haşir neşir olmak kimin hoşuna gitmez ki?

Bu kadar uzun bir sahil şeridine sahip olup da “Denize girmek için Taşucu’na kadar gitmek gerek.” diyen, daha doğrusu demek zorunda kalan, bir toplum olmaktan siz de utanıyorsunuzdur mutlaka.    

Dostumuz yaz,çocuklarımız için bir şenliktir.Çünkü öncelikle “yaz tatili” kavramıyla ve okullar kapalı olduğu için bir şenliktir.Sonra oyunların doyulmaz lezzetini saate bakmadan yaşamak şansı yarattığı için bir şenliktir.Ayrıca denizin, havuzun,ağacın,taşın,bitmez tükenmez eğlencelerin doğmaca yaşandığı bir mevsim olduğu için de bir şenliktir.Aslında yaz,çocukların suyla bütünleştiği bir mevsimdir. Ve de en çok bunun için bir şenliktir.

Biz su-sever bir toplumuz.Temizlikle ilgili eğitim eksikliğimiz olsa bile sudan,su kenarlarından vazgeçemeyiz.Orta Asya’da bütün mahlukat“Su!Su!”diye çığrıştığında ,yüklemişiz denklerimizi,sulak yerlere doğru yola çıkmışız.Deniz bulmuşuz,dere bulmuşuz,göl bulmuşuz,kenarlarına  konmuşuz,göçebe olsak da.Bulunduğumuz yerlere “sahibülhayrat” çeşmeler yaptırmışız.Gelen geçen bu sulardan içsin,çeşmeyi yaptırana hayır dualar etsin diye.

Su kenarlarından söz edince yaz sıcağının  cehennemi halini düşünüyorum. Yaz sıcağı dağa taşa hükmedeli ağzımızın tadı kaçtı.Öteki yarıküredeki serinliğe imreniyoruz.Oysa onlar da sellerle, tayfunlarla boğuşuyor.

Yazla birlikte gündeme “küt” diye oturan bir su sorunu var ki  hepimizi kara kara düşündürmekte.Çünkü biliyoruz ki su gibi akan zamanın pençesindeyiz.Mavi küremiz de bizim pençemizde.Artık mevsimlerin eski mevsimler olmayacağı su götürmez bir gerçek.Biz,insanoğlu,yine de su katılmamış vahşetimize yenilerini eklemeye devam ediyoruz.Bir yandan da içimize su serpecek çarelerin peşine düşüyoruz. Düşeceğiz elbette.Ama vahşetimizi de bir hayli sınırlandırmamız gerekiyor.

Bugünlerde susuzluktan kırılan kentlerin dramını gözlemekteyiz.Suyun başında olduğumuzu varsayarak,sıranın bize gelmeyeceğini hayal edebiliriz.Öyle olsa bile, susuzluk korkumuzu yok etmek olanaksız.Çünkü insanoğlunun su katılmamış aymazlığı var ortada.”Suyu görmeden paçaları sıvamayın.” diyorsanız,suların çoktan karardığını bilmenin bile bir şey ifade etmediğini acı acı gülerek, çok yakında anlayacağız . Ahvalimiz “sudan çıkmış balığa dönmek.” Gemi su alıyor.Biz elimizden gelen olumlu katkıları sağlayalım ki emeğimiz geçsin, emeğimizin kıymetini bilelim.Dünyamızı yaşanası kılalım böyle böyle.

Hayatımızı boydan boya kuşatan suyun yok olacağını düşünmek bile tüyler ürpertici. Musluğu açıp suyun akışını izlerken bunu düşünüyorum.Düşünmekten öte,bir gün onsuz kalacağımız dehşetiyle irkiliyorum.

Şikâyetçi olan kim?Biz…Suyu bulandıran  kim?Biz…Hepimiz çevreciliğimizi masaya yatırıp,suyunu çekmek üzere olan kaynaklarımızı tutumlu kullanmanın yollarını aramalıyız.Ve bu yolları mutlaka ve mutlaka çocuklarımıza da öğretmeliyiz.

Petrol savaşlarının su savaşlarına dönmesi yakın.Köylerimizde tarla ,arazi savaşımlarının su savaşımlarıyla da  yoğunlaştığını hepimiz medyadan biliriz. Hatta yağmur duaları için yollara çıkan insanımızın bazen olmadık nedenlerle  birbirine düşmesini de gözlemlemişizdir. Can Yücel’in “Islak Öykü”şiirinde bu,nasıl güzel dile getirilmiş!Çelişkilerimizi bu şiirden daha güzel anlatacak başka şiir bulamazsınız. Hem acıklı hem komik… Sonu böyle biten öyküler yaşanmasın desek bile,insanın yaratılıştan gelen özelliğini göz ardı edemeyiz… Suyumuz ısınmadan bu su’lu  öyküye kulak verelim mi?

Yağmur duasına çıkmış köylüler
Abdest alıp
Göğe el açıp
Yedi rekât namaz kılmışlar
Üç keçi kesmişler sonra
Sana fazla düştü bana az diye
Cıngar çıkmış aralarında
Tabancalar patlamış
Candarma yağmış üstlerine


27 Kasım 2011 Pazar

Güllük Gülistanlık - II

Güzellik tanrıçası Afrodit’in doğuşu sırasında, vücudundan akan köpüklerden bir gül ağacı bitmiş. Afrodit,  onu Tanrıların  içtiği nektar’la sulayınca beyaz bir gül açmış. Beyaz gül, Afrodit’in simgesi olmuş böylece. Ancak bu beyaz gülün kırmızı gül haline gelmesi de yine bir mitolojik olayla ve yine Afrodit marifetiyle  olmuş.

      Bir mersin ağacının kabuğunun çatlamasıyla dünya güzeli Adonis doğmuş. Afrodit, onu görür görmez vurulmuş. Yer altı tanrıçasına teslim etmiş büyütmesi için. Adonis’e âşık olan tanrıça, onu Afrodit’e vermeyi reddetmiş. Tanrıçalar kapışınca araya Zeus girmiş. Zeus’un kararına göre Adonis, yılın dörder ayı  tanrıçaların yanında kalacak, kalan dört ayı istediği biçimde yaşayacakmış. Adonis, onun tercihine bırakılmış  bu süreyi Afrodit’le geçirmek istediğini söyleyince kıyametler kopmuş.
     
      Yer altı tanrıçasıyla birlikte  onlara cephe alan diğer kıskanç tanrıların da işbirliğiyle, Adonis tuzağa düşürülmüş. Üzerine bir domuz salıvermişler. Kasığından yaralanan Adonis kan revan içinde kalmış. Kan kaybından ölen bu güzel delikanlının toprağa karışan kanından “Manisa Lalesi”çıkmış. Bütün bunlar olup biterken, sevgilisinin yardımına koşmak isteyen Afrodit’in ayağına bir diken batmış. Hem de kendi beyaz gülünün dikeni…Dikenin battığı yerden akan kanlar, beyaz gülü kırmızıya boyamış. Bu efsaneye göre de kırmızı gül böyle oluşmuş. Kırmızı gül, tutkulu aşkın simgesi. Efsaneleri de ona göre… Kahramanlar farklı, ama beyaz gül ve dikenler ortak…

      Anadolu nerdeyse bütün olayların, görüşlerin ve felsefelerin merkezi.

      1553 yılında “Kara Fazlî” Şehzade Mustafa için alegorik bir mesnevi yazar. Her zaman dişil düşünülen gül, bu mesnevide erildir. Mesnevinin konusu şöyle:

Rum ülkesinde Bahar Şah adında bir hükümdar yaşamaktadır. Bu hükümdarın son derece yakışıklı bir oğlu vardır. Adı,Gül’dür.Bahar Şah, oğlu Gül’ü Gülşen’e(Gül bahçesi ) vali yapar. Gül’ün yardımcıları kimdir? Ona yakışanlardır yardımcılar da. Sümbül, Nergis, Selvi, Süsen,Jale, Meltem, Irmak…

 Gül, henüz kendi güzelliğinin farkında değildir. Bir gün suda kendi suretini görür, kendine hayran olur. Dünyada ondan daha güzel biri var mıdır diye merak eder.Bunu araştırmak ister. Yardımcısı Meltem’i bu işle görevlendirir. Meltem, araştırmaları sonucunda Bülbül’ü bulur. Bülbül’e Gül’ün güzelliğini anlatır . Bülbül, daha Gül’ü görmeden ona âşık olur. Ve Gül’ün ülkesine uçar. Avcılar Bülbül’ü yakalayıp kafese koyarlar. Kafesi de Bahar Şah’a verirler. Ama Gül, Bülbül’ü kurtarır. Birlikte sevgi âleminde  mutluluk içinde yaşarlar. 

      Kanuni’nin  oğlu Şehzade Mustafa’ya  yazılan bu mesnevinin bazı bölümleri İngilizceye,Fransızcaya; tamamı Almancaya çevrilmiş .( 1834 ) Eserin adı “Gül ü Bülbül”

      Halk şiirinde “gül “imgesine sıkça rastlarız.  Bu sözcük; sevilen , nazlandırılan, zarafetine hayran olunan kişileri anlattığı gibi, bir seslenme sözcüğü olarak da duygusal yakınlığı pekiştirir: “Gülüm !”

      Bazen de sevgilinin eşsiz güzelliğini anlatabilmek için halk ozanının kırmızı güle şiddetle ihtiyacı vardır.
“Salındı bahçeye girdi
Çiçekler selama durdu
Mor menekşe boyun burdu 
Gül kızardı hicabından”

Ercişli Emrah’ın gözünü bürüyen sevda, gülü utançtan kızarmış gösterse de, Âşık Veysel’le toprağa duyulan minnet duygusunun simgesi olarak karşımıza yine gül çıkıyor:
“Karnın yardım kazmayınan bel ilen
Yüzün yırttım tırnağınan elinen
Yine karşıladı beni gülünen
Benim sadık yârim kara topraktır

Bana öyle geliyor ki halkımız, çiçeklerin tümünü kapsayan bir terim gibi de kullanıyor “gül” sözcüğünü. “Güllü pazen, güllü basma “ sözleri Çukurova’da  “çiçekli” anlamında kullanılıyor bildiğim kadarıyla.

Dinsel bir yanı da var “gül” sözcüğünün.”Hazreti Muhammet’in teri,yüzü” anlamında hem Divan Edebiyatında hem de Tasavvuf  Edebiyatında, mecazlı söyleyişler olarak çokça yer alıyor. Hıristiyanlıkta Meryem Ana için “dikensiz gül” imgesine rastlıyoruz.Bir aşk çiçeği olarak gökten indirildiği inancıyla kiliselerin mimarisinde özellikle dikkat çekmekte,  ”Gül pencere “denilen terim de buradan kaynaklanmaktadır.

20 000 çeşit gül üretildiğini belirtiyor kaynaklar. Çeşitlerinin çokluğu bir yana renklerinin oluşturduğu büyülü bir anlam çağrışımıyla da dolu gül. Aşkı, tutkuyu en çok simgeleyen gül,kırmızı olan. Beyaz gül saflığı, el değmemişliği anlatıyor. Sarı gül kıskançlık simgesi. “Pembe, gönlüm sende “ deyişi zaten açıklamayı gerektirmiyor. Bütün bunlar yoruma açık, herhalde çiçekçiler bu anlamları daha iyi bilir. Ancak şairlerin bildikleri daha farklı.

Güzelliği anlatmak  için en çok başvurulan çiçek güldür,diyebiliriz. Cahit Külebi bakın Sevda Bahçesi'nde neler söylüyor:                                        
Pembe gül hülyandır açılmış,
Beyaz gül yanakların,
Sarı gül dağınık saçlarındır,
Ve mahzun kalbim ateş gibi
Yanan dudaklarındır.”

Enis Batur, Beş Gül'de gülün renkleriyle,aşkın renklerini bağdaştırırken, çağrışımlarının zenginliğine bizi de ortak ediyor:
sizin için tuttum beş gül getirdim Sevgili,
durup dururken beş kırmızı gül getirdim, kan
beş beyaz gül süt,beş sarı gül altın yaprak,
tuttum beş pembe gül getirdim Sevgili,tan.”
     
 Gülün gülmekle ilgisini, gülmenin “yaşama sevinci”yle bağlantısını Nazım Hikmet gibi kim anlatabilir ?
“Güldün
güller açıldı penceremin demirlerinde.”

Gülmekle ,ağlamak arası bir sevdanın, geçmişe hükmeden yoğunluğunu hissetmek, güzel bir gülüşü, kaybolan zamanlarda  bir yere koyamadan anlayabilmek de mümkün. Ahmet Ada da Acıyla Akran'da bunu anımsatıyor bize.
“Burada taşrada bir esimlik rüzgâr
Üşüttü mü gül yaprağını gizlice
Duyarım yüreğimde sessizce
Geri gelmeyecek örselenmiş gençliğimi

Arif Ay ise Yağmurlardan Gelmek'te şöyle diyor:
Gül dökülüyor yüzünden
gülüşün gülleri bunlar
tutup koyamıyorum masaya “

Sevecenlikle aşkın birleştiği seslenişleri de unutmamak gerekiyor. Öyleyse Mehmet Çınarlı’ya da uğramalıyız.
“Saçlar ağardı, sanma ki yaşlanmışız gülüm.
Vallahi neyse sendeki hoşlanmışız gülüm.”

Ahmet Haşim’in “arza eğilmiş kanayan güllerini”, güller gibi fecr olan nümayanlarını”; Yahya Kemal’in “Endülüs rakslarında”, müzik ve dansla birleşen kırmızı olduğunu düşündüğüm güllerini, “Hafız’ın kabrinde açan mistik,huzurlu güllerini” de unutmak olmaz.

      Taşralı bir delikanlı Mülkiye’de okurken, okulun en popüler, güzelliği dillere destan kızına âşık olur. Delikanlı sevdasını kimselerle paylaşamaz. Yalnız bu sevdayı ölümsüzleştiren bir şiir yazar. Şiirin adı Mona Rosa’dır. Kızın da bulunduğu bir arkadaş toplantısında bu şiiri okur delikanlı. Oradakilerin tümü bu coşkulu sevdayı ta yüreklerinde hissederler. Kız da çok etkilenir. Durumu anlar. Delikanlıya nişanlı olmasının önemsizliğini, o isterse nişanı bozabileceğini söyler. Delikanlı “Senin aşkın benim aşkıma ulaşamaz.” diyerek bu öneriyi reddeder. Kız intihar eder, delikanlı hiç evlenmez. Âdeta bu aşkla manevi bir bütünleşme içindedir.
      Bu aşk öyküsü, bir şairin yazdığı “Mona Rosa “adlı şiire yakıştırılmış bir öyküdür. Şair Sezai Karakoç’tur. Şiir 14 kıtadan oluşmaktadır. Her kıta beş dizedir.  Beşliklerin ilk dizeleri akrostiştir. 14 kıtadaki bu harfleri yan yana getirdiğinizde bir isimle karşılaşırsınız: Muazzez Akkaya’m.

      Neredeyse 50 yıldır bu şiir üzerine öyküler uydurulmaktadır. Şair de 50 yıldır hiçbir açıklama yapmamıştır. Belki de bu yüzden gizemli bir büyü içinde meraklıları etkilemektedir. Aslında gerçekten herkesi etkileyebilecek bir şiir Mona Rosa. Gazeteci Yazar Ahmet Hakan, bu şiirle ve söylentileriyle ilgili bir yazı yazar. “Bu şiirin 60’larda daktiloyla, 70’lerde teksirle, 80’lerde fotokopi ile” çoğaltılarak elden ele dolaştığını belirtiyor. Bu efsane şiirin, bir aşk acısının yürek burkan sesi olduğunu da ilave ediyor.

      Bir süre sonra Ahmet Hakan Newyork’tan bir ileti alıyor. Muazzez Akkaya’nın kızıdır iletiyi gönderen. Yazıyı annesiyle birlikte okuduklarını belirten Doktor Ayşe, annesinin Mülkiye’de okuduğunu , gençliğinde baş döndürücü bir güzelliği olduğunu doğruluyor. Ancak annesinin bu aşktan hiç haberi olmamış. Yalnız Mülkiye’de okuduğu yıllarda paltosunun cebinde yazanı belli olmayan şiirler bulurmuş.

      Mona Rosa  “tek gül”demekmiş. Bu şiirin ilk kıtasını yazmak istiyorum. Güllerle ilgisi de okuyana kalsın.
Mona Rosa. Siyah güller, ak güller.
Geyve’nin gülleri ve beyaz yatak.
Kanadı kırık kuş merhamet ister.
Mona Rosa. Siyah güller, ak güller.

      Eeee ne yapacaksınız “dikensiz gül “ olmuyor. Ama “gülünü seven dikenine” de katlanıyor. “Gül yüzlü” halkımızın “güllük gülistanlık” yaşayacağı günlerin özlemi içindeyiz. Belki de siz yakınmıyorsunuz, “gül gibi geçinip “gidiyoruz, diyorsunuz. En büyük dileğimiz bu. Yüzünüzde her daim “güller açsın”. Çocuklarınızı da “el bebek gül bebek “büyütün. “gül üstüne gül koklamayan” eşinizle ya da sevgilinizle gül kokusuyla dolu güzel günler sizin olsun.

24 Kasım 2011 Perşembe

Hazanın Hüznü

İ.Z.Eyüboğlu’nun  Etimoloji Sözlüğü’nde “güz” sözcüğünün “küz” sözcüğünden geldiği belirtiliyor.Türkçe bir sözcük güz.”Gölge,güneşi az yer,sıcakların azaldığı dönem” anlamına geliyor.En eski Türk sözlüklerinde,yazılı belgelerde yazdan sonra gelen dönem, ”sonyaz, sonbahar”karşılığı olarak kullanılıyor. Anadolu halk ağzında “kuz,guz”biçiminde kullanılan bir sözcük var ki”güneş doğunca  geç aydınlanan,geç ısınan, erken soğuyan yer” anlamında. ”Kuzey” sözcüğü de buradan geliyor zaten.

“Güz,sonbahar,hazan” sözcüklerini aynı mevsimi dile getirmek için kullanıyoruz. ”Hazan” sözcüğünü ya “hazan yaprakları” ya da “hazan mevsimi” biçiminde dil hazinemize almışız.Hani   çoğumuzun  bildiği bir şarkı vardır.”Yine hazan mevsimi geldi/Yine yapraklar rüzgârların peşi sıra koşacak”diye başlar.Hazanla hüznü buluşturan, çağrışımlara hız veren bir şarkı. “Hazan”sözcüğü de “güz,sonbahar” anlamını karşılayan ,Farsça bir sözcük. Yaprakların  sararıp dökülmesi,öteye beriye savrulması olayından hareketle, sonbahar hazanla  bir bütünleşme sağlıyor.         

Hazan,sonbahar,güz,yaprak dökümü… Doğanın yeşilden sarıya, kırmızıdan kahverengine dönüştüğü bir renk cümbüşünü biz bu mevsimde görüyoruz. Makiler hariç, sarıdan kızıla doğru dalgalanan bu renkler içimizde hem güzellik duygusu uyandırıyor,hem de bizde bir sona eriş imgesi yaratıyor.Sona ermek, insan ömrünün sonbaharını düşünmek, sonra ölümle yoğunlaşan bir duygu çemberinde sıkışıp hüzünlere gark olmak. Ancak  biliyoruz ki hayat devam edecek ve de böylece hüzünlerimize katık ettiğimiz yaşam savaşı da göz ardı edilmeyecek.


Küresel ısınmayla bedensel bir çelişki yaşadığımız şu günlerde,geçmiş zamanlardaki güz mevsimlerini anımsıyoruz.Kırkikindi yağmurlarını anımsıyoruz.Yağmurlarla birlikte akarsularımızın kabarmaya başladığını anımsıyoruz.Sonra da ”Akdeniz ikliminin tipik özelliklerini yaşadığımız geçmiş, bir düş müydü?”diyebileceğimiz bir değişime bir türlü ayak uyduramadan şaşırıp kalıyoruz..

Hüzün eylülle birlikte giriyor dünyamıza, daha doğrusu eylülle birlikte ağdalanıyor. Şairler, duygusal  yapılarıyla bu hüznü hepimizden yoğun yaşıyorlar.Bunun için:

“Günler yağmur alacasını giyindi
Bulutlar indiler yere birer birer
Sabahlar düşlerimiz kadar kısa
Akşamlar ömrümüzün garipsi yükü
Havada gurbet sürgünü türküler”diyor Şükrü Erbaş.

 “oysa ben akşam olmuşum
yapraklarım dökülüyor
usul usul
adım sonbahar”diyor Attila İlhan.

“Heybemdeki kır çiçekleri
bir yangındır güze doğru
tutuşturur yüreğinde
uzak özlemlerin külünü
hiç beklemediğin bir anda”diyor Ahmet Telli.

“Bu mevsim aydınlık gökyüzünü katladı,cebine koydu
Ufkun dört duvarında bozbulanıklığın sızıntısı
Güz,sarının ressamı,daldırıyor hüzün kovasına
Fırçasını,bitirmek için “umutsuzluk tablosunu”diyor Sedat Umran

Akdeniz ikliminin dışına çıktığınız bir zamanda gördüğünüz güzellikler, çağrışımlarıyla sizi rahat bırakmaz ki.İlla ki birleştirirsiniz anılarla anları. Yağmuru, yağmurun toprağa düşmesiyle başlayan o nefis kokuyu ve bu kokuyla birleşen unutulmaz anlarınızın hüznünü nasıl unutursunuz?

Sonbahar ayrılıklar da sunar,ayrılıklar da gösterir bize.Okullar açılır,çocuğunuz sevinçli bir telaş içinde üniversitesinin yolunu tutar.Bir başka kente başarı kazanmış olarak gitmek sizi onurlandıran bir şeydir aslında…Ama onun bu kadar büyüdüğünü fark etmek size asıl dert olan.Onunla gurur duyarken bir de kendi aynanızda kendinizi sorgulamanın telaşını,sıkıntısını yaşarsınız.Artık onunla sürekli zaman geçiremeyeceğinizi de düşünürsünüz. Onun kendi dünyasının olmasını doğal karşılarsınız bir yandan,bir yandan da hüzün basar içinizi.Özlemleriniz katlanır.Çünkü hem çocuğunuzun özlemini içine alan bir özlemdir bu, hem de sizin bir çeşit içhesaplaşma yaşamanızı tetikleyen zaman sürtünmesidir sizi acıtan…

Bu duyguları çocuğunuzu evlendirirken de yaşarsınız,çocuğunuz askere giderken de.Her şey doğal  akışında olmalıdır.Bunu kabul edersiniz.Hele şu günlerde, en çok onu askere yollarken-terörle gelen şehit öyküleri sizi gözyaşlarına boğarken-hüznün,ayrılık acısının bütün bedeninizi, bütün ruhunuzu sardığını hissedersiniz. Ona hissettirmemeye  çalışarak ve de içiniz yanarak dualar mırıldanırsınız.Onun sağ salim dönmesidir tek isteğiniz.Aklınıza doluşan ihtimallerle boğuşurken, yüreğinizden ılık ılık bir şeylerin aktığını, öyle derin bir hüzünle yoğunlaştığınızı duyumsarsınız ki bunu hiçbir acıyla ölçemezsiniz.

Karacaoğlan “Üç derdim var birbirinden seçilmez/Bir ayrılık,bir yoksulluk,bir ölüm“ derken insanın yaşadığı acıları en az sözcükle dile getirirken belki de sizi düşünmüştü.Birkaç sözcükle can alıcı bir sonuca ulaşabilmenin büyüklüğü karşısında hayranlık duyabilirsiniz. Ayrılık…Evet ayrılık bir dert…Hazan mevsimi de ayrılığı anlatmıyor mu? Sevdiğinden ayrılmak,sizinle bütünleşen şeylerden ayrılmak…Yanı başınızda olmasına alıştığınız bir nefes;alıştığınız bir sokak;alıştığınız bir ev;alıştığınız komşular; yıllar yılı sizinle birlikte yaşayan bir kedi,bir köpek…bunların hepsinden ayrılmak,içinizi hüzünle doldurur.
İstatistikler sonbahar ve kış mevsimlerinde ölümlerin çoğaldığını gösteriyor.Ölüm elbette hepsinden ağır bir acı.Hüzün acıya yakındır,acı ölüme.Kısacası,kim hangi acıyı  yaşıyorsa, o başka bir türlü ağır basar.Üstelik bunlar  akşamları bitmez tükenmez bir kervan  olur da ardı ardına peşimizden gelir.İşte o zaman Attila İlhan oturur da bir yanınıza, şöyle seslenir size:

“karanlığın insanı delirten bir ihtişamı vardır
yıldızlar aydınlık fikirler gibi havada salkım salkım
bu gece dağ başı kadar yalnızım”

Öbür yanınızdaki Metin Altıok durur mu?O da sonbaharı,karanlığı,acıyı irdeleyip durur.Siz yine de hüzne doyamazsınız:

“Sonbahar –ki acının dipnotudur-
Sesinin solgun göğünde
Küçük bir yıldızla bir harfi tutuşturur
Savrulur her yana kavruk kelimelerle
Yüreğini acıyla buruşturur”

İlhan Geçer atılır birden.Akşamların , ayrılıkların ,yalnızlıkların,umutsuzlukların git gide koyulaşan sarmalında dizeler döktürür:

“Umutsuzluk biçiyor akşamların makası
Tatsızlığın tortusu dolmuş güz kadehlere
Tüfek çatmış sevincin yorgun piyadeleri
Ellerimiz tutunmuş çürük iplere”

Bütün bu hüzne ve acılara karşın, umutsuzluklara karşın iyimser olabilirsiniz.Çünkü yaşam acılarıyla,güzel anlarıyla dolambaçlı bir serüven.Öyleyse Ahmet Hamdi Tanpınar’a kulak vermek gereklidir diye düşünebilirsiniz:

“Durgun havuzları işlesin bırak
Yaprakların güneş ve ölüm rengi
Sen kalbini dinle,ufkuna bak.”

Belki de Can Yücel gibi söylemek daha doğru olabilir:

“İhtiyar oluyorum ihtiyar
Tut ki,köhne tramvaylar için
İhtiyarî bir duraktır yaşamak”

Yalnızlığın,acının,umutsuzluğun,hüznün ilacı sizde aslında.Bunlar,insanca duygular.Bunlar olmazsa insanoğlunun hiçlikle buluşması,yok oluşa sürüklenmesi, duygu denen güzel dünyanın kaybı, tehlikeli  bir bataklığa düşmektir.İşte o zaman  yok olan doğamıza,yok olan dünyamıza ,yok olan insanlığa ağıt yakmak zamanıdır.İşte o zaman alarm zillerinin sonsuzluğa bilet kesmiş olduğunu,  anlamamış bile olabiliriz.

Umudumuzu yitirmemek en önemlisi.Çünkü bizi ayakta tutan tek gücümüz umudumuz. Kayıplarımızı sorgulamak ya da sorgulatmak bizi yeniden hayata döndürebilir.Bunun için hayallerimiz, şiirlerimiz,düşlerimiz , parmaklarımızın arasından  kum tanecikleri gibi kaysa bile,son anda parmaklarımızı kapatıp kutsal gücümüzü anımsamamız gerekiyor.Ya da bize bütün bunları anımsatacak birilerinin elinden tutmamız;yani sarıyı,kırmızıyı,kısacası solmuş renkleri,kaybolan renkleri yeniden yeşertmemiz gerekiyor.  Tıpkı Salih Bolat’ın anımsatması gibi.

“düşlerinizi soruyorsunuz uykulara
uyanırken unutmuştunuz
şarkılarınızı soruyorsunuz rüzgârlara
bir kör dövüşünde unutmuştunuz
bir çiçek açmıştı bozkırda birden
koklamayı unutmuştunuz
sıcak iklimlerden yolcular beklerdiniz eskiden
beklemeyi unutmuştunuz
bir türkü tuttururdunuz isterse kar yağsın
bir çocuğu öpmeden duramazdınız
bir eli tutmadan duramazdınız
niçin suçlu suçlu duruyorsunuz
yaşamı n kurtarmalı biliyorsunuz”

Güllük Gülistanlık - I

                                          * Elhamra'da güller
Günler boyu,geceler boyu,güzel sesiyle GÜL’e aşkını anlatan BÜLBÜL, durmaksızın şarkılar söylermiş. Bembeyaz taç yapraklarıyla  büyüleyici kokular yaymakta olan GÜL, bütün sevdalıların başını döndürürmüş. Öyle nazlı öyle nazlıymış ki, onun için deli divane olan BÜLBÜL’e hiç yüz vermezmiş.

     Bir gün, çileli BÜLBÜL, yine ardı arkası kesilmeyen nağmeleriyle GÜL’ün etrafında pervane olurken, tam bağrına GÜL’ün dikeni batmış.Yürekten kanayan bu sevda, beyaz GÜL’ün rengini kırmızıya dönüştürürken, biçare BÜLBÜL, büyük aşkının yolunda, belki de bir Fuzulî felsefesiyle , mutlu olarak can vermiş. Derler ki, güllerin rengi sadece beyazken, o günden sonra kırmızı olmuş.
Çok bilinen bir şarkı vardır hani,o şarkıdaki bir dize bize bülbülün kaderinin çile çekmek olduğunu ne güzel anlatır.

“Gülyağını eller sürünür çatlasa bülbül.”
    
 Divan Edebiyatına “GÜL-BÜLBÜL” edebiyatı dedirtecek kadar ileri giden bu efsane, Halk Edebiyatını da etkilemiş, günümüze kadar bu sözcüğe yüklenen anlam genişlemeleriyle büyüyerek gelmiş.

Farsça bir sözcük olan gül, öyle bizim olmuş ki edebiyatları etkilediği kadar, günlük yaşamımızı da kapsayan bir genişliğe ulaşmış. Kızlarımıza ad olarak vermişiz. Mutfaklarımıza girmiş, “gül böreği, güllaç, gülbeşeker” olmuş. Islakken örülen, kuruduğu zaman açılıp taranan lüle lüle saç olmuş, adına “gülale” demişiz.”Gülkurusu” diye sevilen bir renk oluşturmuşuz. Nizam-ı Cedit birliklerindeki subayların cepkenlerinde sırmadan bir rütbe simgesi olarak da karşımıza çıkmış. Avcılıkta kullanılmış.Geyik ve karacaların ana boynuzlarının çok incili halkasına da “gül” denmiş. “Rüzgâr gülü” olmuş  denizcilikte. Dokumacıkta “gül düğümü” , geometride“gül eğrisi denklemi”,  kuyumculukta “gül yüzük, gül küpe” , mimarlıkta “çapraz gülü“ adlandırılmalarıyla karşımıza çıkmış.

Kuşburnu da dediğimiz yaban gülünden türetilmiş oysa gül. Binlerce yıldan bu yana da çeşitleri çoğaltılmış.Türkiye’de 25 çeşit, dünyada 200 çeşit  gül varmış. “Sarmaşık gülü, yaban gülü, Isparta gülü, Frenk gülü, misk gülü, sadberk gülü”bunlardan bazıları.

Bezeme sanatında, el yazması Kur’an’ların sayfa kenarlarında; çevresi tezhipli , ortası boş, yuvarlak motif de önemli bir yer tutuyor ki,bunlara “vakfe gülü, aşir gülü, secde gülü, cüz gülü,sure gülü “ gibi adlar veriliyor.  

Klasik şiirimizde gül çok özel bir biçimde kullanılmış. Ruhun, kalbin, aşkın, Tanrı sevgisinin simgesi olarak Divan Edebiyatının kalıplaşmış özelliklerine bir güzel ayak uydurmuş. Bu kalıplaşmalardan bir iki örnek sıralayalım.
Sevgilinin boyu servi gibi uzundur. Ay gibi parlak bir yüzü, nergis gibi baygın bakan gözleri, gece kadar siyah saçları vardır. Kaşları yayadır, kirpikleri oktur, ,beli kıldan incedir,teni gümüş parlaklığındadır. Ağzı noktadır, goncadır, güldüğü zaman güldür.Yanakları gül pembesidir. Aslında bunlar resim olarak yapılsa oldukça tuhaf bir güzelle karşılaşabiliriz.

Aynı edebiyatta gülün öyle bir saltanatı vardır ki, diğer çiçekler âdeta aşağılanır. Bu öyle aşırı bir bağlılıktır ki, Lale Devri’nde  bazı lalelere bile “gülrîz” denmiş.
“Taşradan geldi çemen mülküne bîgâne deyu
Devr-i gül sohbetine lâleyi iletmediler”

 15.yüzyıl şairlerinden Necatî’ye ait bu beyitte geçen “gül devri” “bahar mevsimi” anlamındadır.  Gülün  egemenlik alanının ne kadar genişlediğine tanık oluyoruz böylece.

Sevgilinin gözlerinin siyah olması gerekirken “mavi”leştiren Nedim, epeyce tartışma yaratmış , ama “gül”lü kalıplardan da vazgeçememiş.
“Güllü dîbâ giydin ammâ korkarım âzâr eder      
Nazeninim sâye-i hâr-ı gül-i dîbâ seni”

(Üzerinde gül desenleri olan ipek bir elbise giydin, ama ben bu elbisedeki güllerin dikenlerinin gölgesi seni incitir, rahatsız eder diye korkuyorum, endişe ediyorum.)

Fuzûlî’nin ünlü Su Kasidesinde geçen gül sözcükleri çoğunlukla  Hazreti Muhammet’i anlatır.
“Suya virsün bâğbân gülzârı zahmet çekmesün
Bir gül açılmaz yüzün tek virse min gülzâre su”

(Bahçıvan gül bahçesini sele versin,boşuna zahmet çekmesin.Bin gül bahçesine su verse bile senin yüzün gibi bir gül açılmaz.)

      Yine Fuzûlî’ye ait  “Gül Kasidesi” de gül redifleriyle dikkati çeker. Bu şiirde gülle ilgili söz sanatları hayli önemlidir.”Gül, baharla bahçeleri nasıl cennete çevirmişse, Kanuni  de Bağdat’a girerek, orayı bir cennet bahçesi haline getirmiştir.  “Gül Kasidesi” Kanuni’ye yazılmıştır ve bir istiaredir. Fuzûlî burada bahçe olarak ülkeyi, güllerin en güzeli olarak da Kanuni’yi kabul etmiştir.

Âdem’le Havva’nın üzerinde bulunan cennet yaprakları kuruyunca yere dökülmüş. Sonra yerden  filizlenerek  yeniden çıkmışlar. Aralarında gül var mıydı bilemem, ama gülün saltanatının büyük olmasında kökeninin eskilere  dayanmasının rolü olduğunu söyleyebilirim.

 Babil’in Asma Bahçeleri’nde sarayın etrafının güllerle dolu olduğunu biliyor muydunuz? Homeros, İlyada Destanı’nda Yiğit Aşil’in kalkanındaki gül motiflerinden söz etmemiş miydi?

Konfüçyüs’ün belirttiğine göre Çin İmparatoru’nun kütüphanesinde ”gül yetiştirmek”le ilgili yüzlerce kitap varmış.Zaten gülün anavatanı için üç yer belirtiliyor:Anadolu, İran, Çin…