24 Kasım 2011 Perşembe

Hazanın Hüznü

İ.Z.Eyüboğlu’nun  Etimoloji Sözlüğü’nde “güz” sözcüğünün “küz” sözcüğünden geldiği belirtiliyor.Türkçe bir sözcük güz.”Gölge,güneşi az yer,sıcakların azaldığı dönem” anlamına geliyor.En eski Türk sözlüklerinde,yazılı belgelerde yazdan sonra gelen dönem, ”sonyaz, sonbahar”karşılığı olarak kullanılıyor. Anadolu halk ağzında “kuz,guz”biçiminde kullanılan bir sözcük var ki”güneş doğunca  geç aydınlanan,geç ısınan, erken soğuyan yer” anlamında. ”Kuzey” sözcüğü de buradan geliyor zaten.

“Güz,sonbahar,hazan” sözcüklerini aynı mevsimi dile getirmek için kullanıyoruz. ”Hazan” sözcüğünü ya “hazan yaprakları” ya da “hazan mevsimi” biçiminde dil hazinemize almışız.Hani   çoğumuzun  bildiği bir şarkı vardır.”Yine hazan mevsimi geldi/Yine yapraklar rüzgârların peşi sıra koşacak”diye başlar.Hazanla hüznü buluşturan, çağrışımlara hız veren bir şarkı. “Hazan”sözcüğü de “güz,sonbahar” anlamını karşılayan ,Farsça bir sözcük. Yaprakların  sararıp dökülmesi,öteye beriye savrulması olayından hareketle, sonbahar hazanla  bir bütünleşme sağlıyor.         

Hazan,sonbahar,güz,yaprak dökümü… Doğanın yeşilden sarıya, kırmızıdan kahverengine dönüştüğü bir renk cümbüşünü biz bu mevsimde görüyoruz. Makiler hariç, sarıdan kızıla doğru dalgalanan bu renkler içimizde hem güzellik duygusu uyandırıyor,hem de bizde bir sona eriş imgesi yaratıyor.Sona ermek, insan ömrünün sonbaharını düşünmek, sonra ölümle yoğunlaşan bir duygu çemberinde sıkışıp hüzünlere gark olmak. Ancak  biliyoruz ki hayat devam edecek ve de böylece hüzünlerimize katık ettiğimiz yaşam savaşı da göz ardı edilmeyecek.


Küresel ısınmayla bedensel bir çelişki yaşadığımız şu günlerde,geçmiş zamanlardaki güz mevsimlerini anımsıyoruz.Kırkikindi yağmurlarını anımsıyoruz.Yağmurlarla birlikte akarsularımızın kabarmaya başladığını anımsıyoruz.Sonra da ”Akdeniz ikliminin tipik özelliklerini yaşadığımız geçmiş, bir düş müydü?”diyebileceğimiz bir değişime bir türlü ayak uyduramadan şaşırıp kalıyoruz..

Hüzün eylülle birlikte giriyor dünyamıza, daha doğrusu eylülle birlikte ağdalanıyor. Şairler, duygusal  yapılarıyla bu hüznü hepimizden yoğun yaşıyorlar.Bunun için:

“Günler yağmur alacasını giyindi
Bulutlar indiler yere birer birer
Sabahlar düşlerimiz kadar kısa
Akşamlar ömrümüzün garipsi yükü
Havada gurbet sürgünü türküler”diyor Şükrü Erbaş.

 “oysa ben akşam olmuşum
yapraklarım dökülüyor
usul usul
adım sonbahar”diyor Attila İlhan.

“Heybemdeki kır çiçekleri
bir yangındır güze doğru
tutuşturur yüreğinde
uzak özlemlerin külünü
hiç beklemediğin bir anda”diyor Ahmet Telli.

“Bu mevsim aydınlık gökyüzünü katladı,cebine koydu
Ufkun dört duvarında bozbulanıklığın sızıntısı
Güz,sarının ressamı,daldırıyor hüzün kovasına
Fırçasını,bitirmek için “umutsuzluk tablosunu”diyor Sedat Umran

Akdeniz ikliminin dışına çıktığınız bir zamanda gördüğünüz güzellikler, çağrışımlarıyla sizi rahat bırakmaz ki.İlla ki birleştirirsiniz anılarla anları. Yağmuru, yağmurun toprağa düşmesiyle başlayan o nefis kokuyu ve bu kokuyla birleşen unutulmaz anlarınızın hüznünü nasıl unutursunuz?

Sonbahar ayrılıklar da sunar,ayrılıklar da gösterir bize.Okullar açılır,çocuğunuz sevinçli bir telaş içinde üniversitesinin yolunu tutar.Bir başka kente başarı kazanmış olarak gitmek sizi onurlandıran bir şeydir aslında…Ama onun bu kadar büyüdüğünü fark etmek size asıl dert olan.Onunla gurur duyarken bir de kendi aynanızda kendinizi sorgulamanın telaşını,sıkıntısını yaşarsınız.Artık onunla sürekli zaman geçiremeyeceğinizi de düşünürsünüz. Onun kendi dünyasının olmasını doğal karşılarsınız bir yandan,bir yandan da hüzün basar içinizi.Özlemleriniz katlanır.Çünkü hem çocuğunuzun özlemini içine alan bir özlemdir bu, hem de sizin bir çeşit içhesaplaşma yaşamanızı tetikleyen zaman sürtünmesidir sizi acıtan…

Bu duyguları çocuğunuzu evlendirirken de yaşarsınız,çocuğunuz askere giderken de.Her şey doğal  akışında olmalıdır.Bunu kabul edersiniz.Hele şu günlerde, en çok onu askere yollarken-terörle gelen şehit öyküleri sizi gözyaşlarına boğarken-hüznün,ayrılık acısının bütün bedeninizi, bütün ruhunuzu sardığını hissedersiniz. Ona hissettirmemeye  çalışarak ve de içiniz yanarak dualar mırıldanırsınız.Onun sağ salim dönmesidir tek isteğiniz.Aklınıza doluşan ihtimallerle boğuşurken, yüreğinizden ılık ılık bir şeylerin aktığını, öyle derin bir hüzünle yoğunlaştığınızı duyumsarsınız ki bunu hiçbir acıyla ölçemezsiniz.

Karacaoğlan “Üç derdim var birbirinden seçilmez/Bir ayrılık,bir yoksulluk,bir ölüm“ derken insanın yaşadığı acıları en az sözcükle dile getirirken belki de sizi düşünmüştü.Birkaç sözcükle can alıcı bir sonuca ulaşabilmenin büyüklüğü karşısında hayranlık duyabilirsiniz. Ayrılık…Evet ayrılık bir dert…Hazan mevsimi de ayrılığı anlatmıyor mu? Sevdiğinden ayrılmak,sizinle bütünleşen şeylerden ayrılmak…Yanı başınızda olmasına alıştığınız bir nefes;alıştığınız bir sokak;alıştığınız bir ev;alıştığınız komşular; yıllar yılı sizinle birlikte yaşayan bir kedi,bir köpek…bunların hepsinden ayrılmak,içinizi hüzünle doldurur.
İstatistikler sonbahar ve kış mevsimlerinde ölümlerin çoğaldığını gösteriyor.Ölüm elbette hepsinden ağır bir acı.Hüzün acıya yakındır,acı ölüme.Kısacası,kim hangi acıyı  yaşıyorsa, o başka bir türlü ağır basar.Üstelik bunlar  akşamları bitmez tükenmez bir kervan  olur da ardı ardına peşimizden gelir.İşte o zaman Attila İlhan oturur da bir yanınıza, şöyle seslenir size:

“karanlığın insanı delirten bir ihtişamı vardır
yıldızlar aydınlık fikirler gibi havada salkım salkım
bu gece dağ başı kadar yalnızım”

Öbür yanınızdaki Metin Altıok durur mu?O da sonbaharı,karanlığı,acıyı irdeleyip durur.Siz yine de hüzne doyamazsınız:

“Sonbahar –ki acının dipnotudur-
Sesinin solgun göğünde
Küçük bir yıldızla bir harfi tutuşturur
Savrulur her yana kavruk kelimelerle
Yüreğini acıyla buruşturur”

İlhan Geçer atılır birden.Akşamların , ayrılıkların ,yalnızlıkların,umutsuzlukların git gide koyulaşan sarmalında dizeler döktürür:

“Umutsuzluk biçiyor akşamların makası
Tatsızlığın tortusu dolmuş güz kadehlere
Tüfek çatmış sevincin yorgun piyadeleri
Ellerimiz tutunmuş çürük iplere”

Bütün bu hüzne ve acılara karşın, umutsuzluklara karşın iyimser olabilirsiniz.Çünkü yaşam acılarıyla,güzel anlarıyla dolambaçlı bir serüven.Öyleyse Ahmet Hamdi Tanpınar’a kulak vermek gereklidir diye düşünebilirsiniz:

“Durgun havuzları işlesin bırak
Yaprakların güneş ve ölüm rengi
Sen kalbini dinle,ufkuna bak.”

Belki de Can Yücel gibi söylemek daha doğru olabilir:

“İhtiyar oluyorum ihtiyar
Tut ki,köhne tramvaylar için
İhtiyarî bir duraktır yaşamak”

Yalnızlığın,acının,umutsuzluğun,hüznün ilacı sizde aslında.Bunlar,insanca duygular.Bunlar olmazsa insanoğlunun hiçlikle buluşması,yok oluşa sürüklenmesi, duygu denen güzel dünyanın kaybı, tehlikeli  bir bataklığa düşmektir.İşte o zaman  yok olan doğamıza,yok olan dünyamıza ,yok olan insanlığa ağıt yakmak zamanıdır.İşte o zaman alarm zillerinin sonsuzluğa bilet kesmiş olduğunu,  anlamamış bile olabiliriz.

Umudumuzu yitirmemek en önemlisi.Çünkü bizi ayakta tutan tek gücümüz umudumuz. Kayıplarımızı sorgulamak ya da sorgulatmak bizi yeniden hayata döndürebilir.Bunun için hayallerimiz, şiirlerimiz,düşlerimiz , parmaklarımızın arasından  kum tanecikleri gibi kaysa bile,son anda parmaklarımızı kapatıp kutsal gücümüzü anımsamamız gerekiyor.Ya da bize bütün bunları anımsatacak birilerinin elinden tutmamız;yani sarıyı,kırmızıyı,kısacası solmuş renkleri,kaybolan renkleri yeniden yeşertmemiz gerekiyor.  Tıpkı Salih Bolat’ın anımsatması gibi.

“düşlerinizi soruyorsunuz uykulara
uyanırken unutmuştunuz
şarkılarınızı soruyorsunuz rüzgârlara
bir kör dövüşünde unutmuştunuz
bir çiçek açmıştı bozkırda birden
koklamayı unutmuştunuz
sıcak iklimlerden yolcular beklerdiniz eskiden
beklemeyi unutmuştunuz
bir türkü tuttururdunuz isterse kar yağsın
bir çocuğu öpmeden duramazdınız
bir eli tutmadan duramazdınız
niçin suçlu suçlu duruyorsunuz
yaşamı n kurtarmalı biliyorsunuz”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder